23 Eylül 2010 Perşembe

bronz madalyamı verin çabuk!

*
İşine 5 dakikada yürüyerek gitmeye alışmış Avrupa yakası insanını alır haydi bakalım gece Anadolu yakasında kalacak, sabah önce dolmuşa, sonra vapura, sonra yine dolmuşa bineceksin derseniz kabuslarını uyandırabilirsiniz, dikkat edin...

2-3 Anadolu yakası tecrübemle yaptığım, çıkış-varış ayarlı zamanlama hesapları, okulların açılması ile suya düştü. Olimpiyatlar 100m koşusunda vatana madalya ile dönebilecek hızla yetiştiğim vapurda yeni bir dönemin başladığını anlamam uzun sürmemişti. Yine de hiç değilse kaptanın vereceği bir plaket ile ödüllendirilmeliydim.

Bugün tedbirli olacaktım, bu sefer no panic! no running! Asla elime geçmeyecek bronz (bknz. mütevaziyim) madalya için nefes nefese kalmayacaktım: ne kadar ekmek o kadar köfte... Hah, aldığım dersin hakkını verdim, elimi kolumu sallaya sallaya 8.15 vapuruna yetiştim, zamanlama mükemmel. Hesaplar kayda alındı, gerisi zaten kolay, Beşiktaş'ta hemen çıkışta bir taksi-dolmuşa bakar... Taksi dolmuş diye bir kavram çıkmış, onu da yeni öğrendim, bildiğiniz taksiler 4'er 4'er aldıkları insanlar ile dolmuşçuluk yapıyor, sanırım kaçak. Bakalım daha neler öğreneceğim.

8.45 Beşiktaş: Kahpe felek!!! Kader Anadolu'dan Avrupa'ya geçenleri ya da belki de sadece beni sevmiyor olmalı, her zamanki taksi dolmuşların yerinde bir polis motoru, ortalarda ne dolmuş, ne "sıraya girin, binin, durun, hoop arkaya" diyen adam var, olsun biraz bekliyeyim, belki gelir...

5dk sonra, polis buradayken asla o dolmuşun gelmeyeceğine ayılma anı. Harbiye dolmuşuna koş, hayır hayır kuyrukta 150 kişi var, taksi, taksi bul çabuk! Taksilerin hepsi mi dolu olur, boş olan da beni beğenmedi, püf!... Evet geç kalıyorum, şimdi zamanı: panik! "Hepimiz bu lanet yerde ölücez!" Sonunda spontane gelişen C planı, öğrenciliğimin 30M'si derdime yetişiyor, rötarlı ve yine telaşlı da olsa işteyim... Hesapları yeniden yapıcaz, polis faktörü katsayı olarak işleme dahil edildi, 30M "C" planı olarak kayıtta... Yapılan kamu oyu yoklaması ve istatistik raporuna göre, Kabataş denen bölgeden geçiş alternatifi için cesaret toplanacak ve elbet bir gün denenecek... Oldu bu iş!

İyi günler!
.
*fotoğraf temsilidir. :)

22 Eylül 2010 Çarşamba

fotoğrafın dili: gider iken...



“Sabah seni almaya gelirim” diyerek kapadı telefonu. Sabah...

Kış yeni bitmişti, çiçek desenli kıyafetleri ile yollar en güzel kokularını sürmüş, kollarına koyun sürülerini almış, üzerlerinde açık mavi parlak bir örtü, kıvrılıp uzanmış onları bekliyordu... Erkenden yola çıkılacak, feribota doğru nefesler tututalarak bu şehirden kaçılacaktı. Dağların uğruna heyhat, Eskihisar’a kadar onları canından etmeye yeminli E5 yolunun kahrına bile seve seve katlanılacaktı. Feribotta kötü tost ve acı çaydan ibaret, kulağa pek yavan gelen kahvaltının, aslında nasıl eşsiz lezzetler taşıdığını, büyük ihtimalle, onlardan başka hiç kimse bilmeyecekti... Hatta bir köşede, kaçak yakılacak sigara ile küçük bir macera bile yaşanabilirdi. Yalova iyice yaklaşıp, en önde park etmiş motorlarına doğru yürürken hiç kimse onlar kadar heyecanlı, onlar kadar mutlu ve huzurlu da olmayacaktı... Diğerleri arabalarına binecek, kapıları gürültülü ile kapatacak, gerilerden bir çocuk ağlaması, bir kamyon böğürtüsü duyulacak, motorlar birer birer çalışırken telaş ve egzos kokusu feribotu dalga dalga saracak, derken klimalara davranılacak, menfezlerden üfleyen havayı soluyarak ve ne çiçek kokularını, ne rüzgarın sesini, ne yolu ne de yolun olanları sahiplenmeyerek, radyolarından ara sıra gelen cızırtılı sesleri dinler gibi yaparak varmak istedikleri yere hızla yaklaşacak, feribot iskelesinden de aynı hızla uzaklaşacaklardı. İnmeyi beklerken, geride kopan tüm bu kıyamete kör, sağır kalmanın sırrı, en önden ilk inecek olduğumuzu bilmenin rahatlığı mıydı, yoksa çiçekli yolların hayali mi?

Bense feribottan uzaklaşırken sımsıkı sarılacaktım ona, rüzgar gözlerimi yaşartacaktı. Yollar bizi aldıkça yüzümüze vuran kokularda çam, çiçek, toprak birbirine karışırken baharı getirenin tutku olduğundan neredeyse emin olacaktık. Her manzarada dürtecektik birbirimizi “bak, bak ve sen de gör” demenin gururunu, güzelliği kelepir paylaşmanın cömertliğini yaşayacaktık ve işaret parmağının gösterdiği yerde hep hayaller. Tepenin ardından deniz çıksa ilk kez görmüş gibi olacaktık, ormana dalsak sincap arayacaktı gözlerimiz, yamaçların kenarında uçtuğumuzu hayal edecektik, her virajda lunapark neşesi... Bir leylek görsek kendimiz sanacaktık, koyunlara bakıp çobanı soracaktık, köpekler havlayacaktı bize köy yollarında, heyecanlanacaktık. Kaybedilen yolları hep bilmeyenlere soracaktık, her defasında sağ yerine sola, sol yerine sağa sapacaktık. Tesislerde değil, kahvehanelerde karıştıracaktık çayları, muhtar “hoşgeldiniz, yolculuk nereye?” diyecekti, nereye’nin cevabını bilmeyecektik ve bilmememizden memnun tebessümle: “Öyle çıktık geziyoruz işte” ... Pembe yanakları ile 3-5 çocuk toplanacaktı motorların başına, her biri ayrı boyda, kikirdeyerek en çok merak ettiklerini soracaklardı: “kaç yapıyor abi?”, saçlarında gezecekti ellerimiz. Sonra yola dönecektik, ben yine sarılacaktım ona, o dizime dokunacaktı bazen, leylek olacaktık, kırlangıç uçacaktık, otlar çiçekler bürüyecekti üstümüzü, bir uğur böceği, bir kaç kelebek geçecekti, bir arının sesini duyacaktık hep, toprak kokacaktık, kuyu sularının kaygan tadında sarhoş olacaktık ve belki de bahar dağlar kadar bize de gelecekti, yaza kalacaktık...

Sabah olduğunda aşağıda beni bekliyordu, merdivenlerden yuvarlanmamak için heyecanımı bastırarak aşağıya koştum, kask, eldiven, motor sesi, rüzgar serini, sabah güneşi... Ve işte yollardaydık. Gitmeyi bir yerden uzaklaşırken bir diğerine yaklaşmaktan ibaret bir fiil sananların aksine, “gitmekte iken” olanlar için gidiyorduk, tam da hatırladığım, bildiğim, hayal ettiğim gibi...
.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...