31 Aralık 2008 Çarşamba

bu bir yeni yıl mesajıdır... :)


Masal gibi bir yıl olsun ya da masallara inanılacak kadar saf ve temiz...
Güzel bir yıl olsun, hayallerimizin kudretini de geçmiş...
Mutlu bir yıl olsun, sadece ben ya da sen değil, tüm sevdiklerimiz...
Sağlıklı bir yıl olsun, sinek avlasın hastaneler...
Şekerli bir yıl olsun, rekor kırsın pastaneler...
Coşkulu yıl olsun, dolsun taşsın meyhaneler...


Yeni yıla yine yeni umutlarla: "merhabaaaa"... :)

29 Aralık 2008 Pazartesi

bu bir yeni yıl mesajı değildir...

Yeni yıl geliyor beklentileri dizginlemeli.
"Bu yılı senin için güzelleştirmek isterim" diyen çıkarsa, nasıl hiç inanmadığını haykırmalı...

26 Aralık 2008 Cuma

dinle: Cem Adrian "emir"


Cem Adrian'nın "Emir" isimli albumü bugün müzik marketlerde satışa çıkıyor...

Cem Adrian'ı ilk dinlediğimde şaşkınlıktan ağzım açık kalmış, o sesin, sözlerin, müziğin bana hissettirdiklerini tarif edememiştim... Müziğin akışı içinde ilerleyen o insan sesi, bir insana mı ait yoksa başka dünyadan birine mi bilememiştim. Ses telleri normal bir insanınkinden 3 kat daha uzun olan sanatçının sesini ve şarkılarını ola ki duymayanlar varsa çok şey kaybetmekteler bilsinler ve daha fazla zaman kaybetmeden dinlesinler.

2005 yılında "Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım", 2006'da "Aşk Bu Gece Şehri Terketti" albümlerinden sonra şimdi, 2008'in bu son günlerinde 3. album "Emir" kesinlikle edinmeye değer... Bu arada albüm için çekilen fotoğrafları da çok beğendiğimi belirtmeden geçemeyeceğim... :)
.
Bir önceki albümünden en sevdiğim:
"aşk bu gece şehri terk etti", dinleyin!

25 Aralık 2008 Perşembe

fotoğrafın dili


kapatıyorum kendimi içime,
kilitliyorum ellerimi hiç açılmasın diye
içimde bir ben daha var
gülerken ağlayabilen, sorarken cevap beklemeyen,
konuşurken susmayı, susarken konuşmayı özleyen
bir yanı çocuk, bir yanı ihtiyar
bir yanı akıllı, bir yanı deli
bir yanı allar-morlar içinde şenlikli,
öteki griler arasında düşünceli
biri var içimde bulunmak istemeyen,
bulana aşkını verebilen,
bulana dostum diyebilen
biri var fakat bulunmak istemeyen...
örtüyorum yüzümü ellerimle,
bakmayın, görmeyin, bulamayın, bilemeyin beni diye...

23 Aralık 2008 Salı

KIŞ..."kışt!"


Onu bunu bırakın da kış geldi yine… Artık mekanımız sağı solu önü arkası kapalı sobe!… Tekrar tekrar solunup ortama bırakılan bol karbondioksitli, biraz da nikotinli bir karışımı hava niyetine çekip içimize ardından yine aynı yerine bırakmamız farzdır. Plastikmiş, kağıtmış hepsi palavra içimize kadar işlemiş geri dönüşüm bilinci diye buna derim ben işte…

Bundan böyle, ışıklar erkenden yanacak ve perdeler de erkenden kapanacak: "Bakmayın, görmeyin, bilmeyin, höt hüt" ya da “ooo seyrül sefadasınız bakıyorum, biletin var mı delikanlı” dercesine… Her akşam aynı saatte karşı apartman sakinleriyle perde kapatma turnuvasında buluşulacak, kurallar basit: önce gözgöze geliyoruz sonra aynı anda panikle kaçırıyoruz o gözleri, ve bu esnada daha önce hiç insan görmemiş de ilk kez bir tanesine denk gelmişiz ifadesini iyi yapmak işin inceliği. Sonunda da asık suratlarımız ile korniş yakarak çekiyoruz perdelerimizi… Halbuki sırf kuralları çiğnemek adına gözlerinin içine baka baka ne çok gülümsemek istiyorum karşı apartmandaki o nemrut teyzeye…

Bu sıralar sokakta kediler de giderek azalıyor mu ne, nerede bunların geri kalan yarısı? Üşüdüklerinde kaçtıkları yer her neresiyse, ben de oraya mı kaçsam girsem diyorum da bazen, çok sürmüyor vazgeçiyorum hemen, bir mevsimlik aşkım kalorifer peteklerim yolumu gözler... Arı olsam ancak bu kadar sevebilirdim petekleri… Sonra çıkıp perdelerin arkasındaki sokağa minik hayvanlarımın minik kaplarına akşam mamalarını bırakıyorum, gel pisi pisi!…

Postacı filmindeki Şaban’nın yürüme yarışındaki hali gibi insanlar nereye yetişiyor ki böyle, hayırdır ben de mi koşsam? “Sayın seyirciler her kış yapılan Geleneksel Soğuktan-Borandan Kaçma Yarışı aynı hızla devam etmekte, ulan hala evrimleşemedik, her kış üşüyoruz.” Araba tekerleklerine kilitli bir sürü yalvaran göz görüyorum, insanoğlu için yeni yıkanmış gıcır bir pantolonla çamurlu sokaklarda dolaşmak, bir köpek için sokakta yaşamaya çalışmaktan daha zor olmalı... Düşünebilen canlı olma temiz pantalonla mı simgelenir?

Yapraklar ola ki düşecek toprak bulmuşsa gübre olma yolunda: başka yerde şiirsel anlamı olabilir fakat bu şehirde ağaçların büyük kıyağıdır yapraksızlık… Kuru dalların ardında açığa çıkan deniz manzaralı evleri satmanın tam vaktidir mesela. Fakat “çok guzsel denüz manzarası da var abla” derken alacağınız komisyonun tatlı hayaliyle gevşeyip, açık etmemek kati suretle gereklidir… Satmaya niyeti olmayanlar için diğer ve asıl güzel alternatif, pencerede oturup, pencerede derken apartmanın cephesinde değil, içeride cama yakın bir koltukta oturulacak diyorum, sadece kışın görünen denizin keyfini iki yudum çayla çıkarmaktır ki oyum bu seçenekten yanadır… Sadece kışın görünen bir manzarası bile olmayanlar ise perde yarışlarında altın, gümüş ve bronz için ter dökmeye devam etmekle yetinecektir ya da bir film izlerken kahve içsinler, kitap okusunlar, sohbet falan etsinler ne bileyim işte ben mi söyliyeceğim her şeyi…

Kış geldi diye Mısır Çarşısı'nda gerdan kıran, beline ceket asıp kıvırtan esnaf olduğu söylenir, söylenmese bile olabileceğine inanmak güzel… Aktarlara da gün doğmuştur elbette… Mevzim nezle, grip, bilimum tıksırıp pıksırma mevsimidir ki zencefil, tarçın adaçayı, ıhlamur… vs her derde deva kocakarı ilaçları yok satmaktadır. Doğalgaza dar yetişen paradan sonra doktora yetişemeyen paraların tam karşılığıdır, hatta üstüne gidip turşu suyu içecek yanında da döner ekmek yiyecek bir miktar para kalması kuvvetle ihtimaldir…

Av mevsimi açılmıştır... Evlerde delici aletlerin taze et avına çıktığı zamanlardır: "kazak eseri" yaratma hayali ile yanımıza aldığımız o masum görüntüleri ardında boy boy, numara numara şişler “ah ulan ah şimdi Bayrambaşa’da olacaktım” diye birbirine caka satmaktadır… Sokağa çıkamayan ev teyzelerinin diğer kısmı ise tığlara kendini adamaktadır ki onlar şişler gibi açık vermemekte zarif görüntüleri ardına başarıyla gizlenmektedir, yere balan yürek yakan bu delikanlılar öldürücü olmasalar da çok canlar yakabilmektedir…

Kırsal kesimde küçük-büyük başlar ve kümes hayvaları hepten siyamlaşıp tek yekün halde ilkel bir “heating system” oluştururken medeni dünyada genetik kodlarımıza kazınmış bu davranış biçimi sevgililer arasında sürdürülerek gelecek nesillere aktarılmaktadır. Kış mevsimi, aşıkları ısınma maksadı ile sobaya yapışır gibi birbirine yapıştırır, yaza da allah kerim…

Hala şanslı bir kısım sobalı evde ise kestane kokuları yükselip şehrin geri kalanına “o gazı aldınız ya işte bunu kaybettiniz” diye avaz avaz bağırmaktadır. Bir yanı pembe diğer yanı bej, çift renkli insanların yaşadığı evlerde bu sıradandır ve artık sadece geçmişe özlem duyan bir kısım kombili ev insanının tatlı anıları arasındadır…

Mevsim kıştır, yorgan-döşek zamanıdır, insanlar yatakta duran kelleler görüntüsünde kundaklı bebekler misali uymaktadır… Bense sönmüş petekler saatinde, oturmuş kış geldi diye bu yazıyı yazmaktayımdır: netice itibari ile aile arasında akıl küpü olduğuma dair söylenti de yalanlanmış bulunmaktadır… :)

13 Aralık 2008 Cumartesi

rakılı anıya simitli giriş...

"Ne gam kalırdı,
Ne kasvet,
Bir de simit ağacı olaydı,
Bizim sayılırdı saadet... " Orhon M. Arıburnu


Tatile girdim vakti bol buldum, ipini koparmış çayıra salınmış küçükbaşlar gibiyim ya, ne yapsam, ne etsem derken boğuluyorum... Bol vaktin yan etkisi çene düşmesi vakası oldum ben, yoksa tanıyanlar bilir normalde çok az konuşurum... Az konuşurum evet ve yalan söylediğim de görülmüş şey değildir... (inandınız mı?:)

Her neyse, boş boş bakınırken Orhan Veli geldi aklıma birden. Nereden geldi? Elbetteki tamamen gökten... Önce "bir de simit ağacı olsaydı" dizesini hatırladım saçma bir şekilde aniden, hemen ardından "bunu Orhan Veli yazmamıştı" dedim kendi kendime "zekice" bir hamleyle... :) Ne zaman aklıma gelse önce Orhan Veli yazmış hissine kapılırım kapılmamla panikleyip anında lafı çevirmem de bir olur, yine aynını yaşamıştım işte... Pek tabi Orhan Veli yazmamıştı bunu, O az daha uyanık çıkmış demişti ki "rakı şişesinde balık olsam" (ben de karpuza çekirdek mi olsam)... Bak bak bak! düşüncelerim nereden nereye gidiyor izle, rakı dedim ya bu sefer de aklıma yakın tarihte katıldığım bir rakı gecesi düştü... "O gece birbirinden hanım (kendimi de çaktırmadan hanımlığa kattım ya oh) 6 hanım Nevizade koordinatlarında, duvarında onlarca çerçeve arasında bir çerçevede "meyhanede şarkı söylemek katiy'yen memnudur" yazan bir mekanda, beyaz örtülü dikdörtgen bir masada, rakı denilen, şeffaf fakat su ile karıştırıldığı vakit beyaz renge bürünen, anason kokulu, acımsı şekerli geleneksel lezzetli keyif verici sıvılarımızı yudumlar iken ne de hoş vakit geçirmiştik" dedim içimden... (içimden bu kadar uzun cümle kurmuş olabilmem de ayrıca şaşırtıcı:)

Gece biterken kahvelerimizi içip, kızkıza muhabbetin dibine vurup, bir kaç da içli türkü mırıldanırken gözlerdeki ışıltının İstiklal Caddesi'ndeki lambalara nasıl açık ara fark attığını söylememe gerek yok sanırım... O gece civarda, o beyaz örtülü masadakilerden daha güzel, daha mutlu, daha özgür, daha sevimli, daha akıllı kimsecikler olduğunu da zannetmem...

Beni de o keyifli masada ağırladıkları, 5'i benimle 6'ya tamamladıkları ve tanıma fırsatı verdikleri için hepiciğine teşekkür ederim...

Unuttuğumdan değil ama yaşadıklarımın birden aklıma geliş şeklini düşününce, nereden nereye....

"Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum

Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip Musikiler alıyorum

Bir de rakı şişesinde balık olsam..." Orhan Veli Kanık

12 Aralık 2008 Cuma

postiş teknolojisi...

çılgın dost: "ben karar verdim peruk alıcam, neredeyse kullanmayan kalmadı artık..."
uçuşuk (gereksiz benzetmeler gıraliçası) : yaaaa benim başım kel mi? ben de alırım peruk...
çılgın dost: e ama saçın uzun senin...
uçuşuk: daha da uzun olsa hoş olmaz mı? :)
çılgın dost: olmaz mı hiç, olur tabi, yürü o halde gidiyoruz!
uçuşuk: nereye yürüyoruz gidiyoruz?
çılgın dost: ?? hmm
çılgın dostun hısımı, uçuşuk'un da hısımıdır dediğim şahs-ı çok muhterem yol gösterici, dükkan bulucu zeki ve çevik kaşif: aha da işte burada perukçu, buraya yürüyorsunuz, şaşkınlarım benim! :)
çılgın dost: gel seni bi öpiim hısımım... :)
uçuşuk (ağzı kulaklarında) : ehehe çok küssel olcaz, laylay loy... :)))
.
Böyle bir diyaloğun sonunda, çok mu zeki yoksa pek de zeki değil mi kestirmesi zor olan iki kahraman süslü, suratlarındaki aşırı dozda gülümseme ifadesi ile perukçu dükkanından içeri girer. Kaçmak için debelenen dükkan sahibini tutukları gibi yerine oturttuktan sonra, peynir dükkanına salınmış fareler gibi başlarlar eşelemeye... O andan itibaren tüm konuşma baloncukları karışır, havada uçuşanlar şunlardır:-)

"Ben bunu takıp denicem bi'"
"bunun kısası yok mu"
"peki ya bunun uzunu"
"bi de kızıllı siyahlısı olaydı iyiydi, tastamam cadı olurdum o vakit :)"
"buradan çıkınca süpürgeciye uğrayalım aksesuarın da olur, ahahaha"
"ahahaha halime baak :)"
"saçcı bey vallahi alıcıyız :)"
"ahaha bana bakın neye benzedim"
"hahaha evet beslemelere benzedin"
"saçcı bey bize bunun kızılını da bulsan diyoruz"
"koyu kızıl olaydı iyiydi"
"ayol nasılım bi bak"
"nataşalara benzedin derhal çıkar, matruşka bebeği kılıklı"
"perukları bırak postişlere bak"
"bu saçıma hiç uymadı püf!"
"uydu takalım senin kafaya, o uyar"
"doktor bey ben bööööyle uzuuuun ve düz istiyorum, rengime de uysun"
"yok öle kalmadı, dalgalı var"
"kalmamış kısayı al sen"
"olmaz uzun istiyorum ben, napalım takalım şu dalgalıyı kafaya"
"vallahi alıcıyız satıcı bey, sen bi de şunun bi ton koyusunu versen"
"bu nasıl sence"
"bak bu tam sana göre"
"bunun düzü mü olsun"
"peki benimkinin hangisi olsun"
"of saçı uzun saç ister bu da"
"aç gözlüyüm ben kızım daha daha daha uzuuun, nihhoh haha"
"kızmıyosun dimi satıcı bey, ihihi :)"
"?!*"
"1 saat oldu ama kızmaz, kaprisli değil sevimliyiz biz, dimi saçcı bey :)"
"saçcı beeeey"
"bu oldu", "bu da oldu", "şu mu yoksa"
"bi' de kırmızı ruj sürüp bakayım nasıl oldu"
"aa çok zekice, ben de rujlu bakıcam"
"ay sigara içmeliyim, hadi artık seç"
"buyrun efenim, burada için"
"yihhuuuu" (koro şeklinde) (bahane ile mevzu yaklaşık 30 dk daha uzar)
"bak uçuşukcum ben bunu alayım diyorum, kısayı da sen al, benden olsun"
"saç mı ısmarlıyosun sen bana? ahahaha :)"
"almam kısayı yaaa peruk olduğu teğ 500 metreden belli"
"al bence, yine de sen blirsin ama al bence, sence?"
"ama çok peruk gibi"
" e peruk değil mi? :)"
"peki bu uzun beni çok şey mi gösterdi?"
"ney?"
"şey"
"yok, iyi oldu iyi"
"iş yerinde bunu, gece çıktığımda bunu takarım o halde"
"hee.... baak banaaa"
"ben bunu da şunu da alıyorum"
"al tatlım sana çok yakıştı"
"ben de bunu alıyorum takayım kafama"
"saçcı bey biz yine geliriz" :)
"harika olduk"
"ne diyorsun süper olduk" :)
"bunu çok önceden düşünmeliydik :)"
"bu kadar eğleneceğimi bilsem daha önce giderdim perukçuya"
.
İki çılgın süslü bir o kadar da komik hatun, yeni saçlarıyla kazandıkları yeni güzelliklerini evlere dağılıp heba etmek istemez "bir yerlerde içelim dertleşelim der" ve 2 bira ile bol kahkahalı masaları başında neşeli günlerini daha da neşeli biçimde noktalar...
.
Sonuç: Postiş teknolojisinin bu kadar eğlenceli olduğunu bileydik daha önce bu işe girmez miydik?

Merak: Tüm perukçularda üzeri kırmızı çarpı işaretli resimlerimizin asılı olmasının bir anlamı olmalı... ?*! :S

11 Aralık 2008 Perşembe

dinle: "blues traveler"

Hiç "Blues Traveler" dinlediniz mi?

En azından bir yerlerde kulağınıza çalınmış olduğuna eminim... Biraz olsun blues ya da rock müziğe ilginiz varsa, hatta hiç yoksa da mızıka ile nasıl solo atıldığını kulaklarınızla duymak, mutlu olmak için deneyin... İnsanın içinde kıpırtılar yaratan, antideprasan gibi bünyeye seratonin salgılatan, tonton vokalin gıdıklayıcı ses tonu ile gülümseten şarkılarının akışına kapılın...

Blues Traveler kimmiş?
"1987’de Princeton New Jersey’de kurulan Amerikalı Blues-Rock grubudur. Vokal ve armonikada John Popper, gitarda Chan Kinchla, bateride Brendan Hill ve basta Bobby Sheenan orijinal kadrosunu oluşturur. Basçı Bobby Sheenan’ın 1999’da uyuşturucu nedeniyle ölümündan sonra, gruba basçı Tad Kinchla ve klavyeci Ben Wilson katılmıştır.Tarz olarak çeşitli bir müzikleri vardır. Genel olarak Blues-Rock başta olmak üzere, deneysel Rock, Folk/Country Rock ve Soul müzikten etkilendikleri görülmektedir..."
.
'94 senesinde çıkardıkları Four albümlerindeki Hook isimli parçayı özellikle öneririm...

10 Aralık 2008 Çarşamba

tatil benim neyime...


Tatil diye diye kudurdum ya, ondan işte... Pek istedim, aman pek heveslendim, 10 gün evde mal gibi otururum da yine de sıkılmam yeter ki tatil olsun işe gitmeyeyim, Gestapo patronumu görmeyeyim dedim ya. "Bayram bi' gelsin, her günü ayrı hayat, oh ne rahat, sefam olsun" dedim ya, ah ondan belki de... İş yok, güç yok, dert yok, tasa yok, sabahtan akşama kafa dinlemece, yan gelmece, nefis anne yemekleri yemece, göbek şişirmece, "işte cennet"... Gibi dimi? Hah ha ha! mutluluk kolay mı sandın cicim, ben sandımdı, yanılmışım. Sen böyle amaçsız koyun gibi mutlu, mesut, şuursuz gülüp eğlenirken sinsi ve sebepsiz bir sıkıntı küçük sessiz adımlarla gıdım gıdım yaklaşıyor, yaklaşıyor, yaklaşıyor (korku filmi ambiyansı şeklinde) ve bir anda flaş çakar gibi yanıbaşında bitiveriyor. Edepsiz ya, bi' de "nassı yedim koca tatilini" der gibi pişkin pişkin sırıtıyor. Ah bileydim düşer miydim bu hallere, heveslenir miydim bu tatile? Ev tatili, çokca yatma, bolca semirme tatili, bana göre değil imiş. Maksimum 2 günden sonra afakanlar yanıma yanıma koşuyor, darallar orama burama yapışıyor, duvarlar giderek daralıyor "aah ne yapsam", "offf günler ne uzun", "ay bi koşsam mı", "oy yoksa yürüsem mi", "kitap, kitabım nerede?" diye diye günlerim geçiyor, ah gençliğim çürüyor şu tatilde (bunu ben mi dedim)... Evde yatarmışmış, 10 gün şuuru yitik dolansa da koymazmışmış: Yok, tutmadı kehanet, kedimsiz, "fiti"msiz, kardeşimsiz hareketsiz ev tatili bana uymadı... Bekle Gestepo'm patronum amirim az kaldı, topu topu bir kaç gün sonra sen elinde kırbaç, ben bileğimde zincir mutlu mesut bir ofiste geçinir gideriz. Dediğin gibi: "Tatil bizim neyimize, geliyorum bekle"... :( :

Herkese mutlu bir tatil dönüşü dilerim... Hava atanı yolarım... :)

masmavi denizimsin...

Martılar uçuşur gözlerinin ufkunda,
Deniz kabuklarına sızmış müziğinle salınırsın,
Envai çeşit hayat yaşatıp derinlerinde,
Sonsuz ihtimaller beslersin ellerinle...
Kutsal sakinliğinle durur, içten içe çalkalanırsın...
Su sensin, yaşam sensin, mavi sen...
Hem uzak, hem en yakın sen:
En mütevazi halinle pürüzsüz yekpare...
Beyaz bir yelken gibi dolanıp eteklerime,
Rüzgarlarına kapılıp savrulasım gelir
Süzülüp bir kıyından diğerine,
Kulaç atıp kucaklayasım gelir...
Burnumda kokun,
Kulağımda aynı ses,
Güneşi sende batırıp, sende doğurasım gelir...
Dalgalarında çalınırken müziğin,
Ufukta bir şeyler görür gibi,
Notaları tellere vurur gibi,
Kıyılara çarparsın kendini,
Uzanıp elimle okşayasım gelir
Bir gözyaşıyla bile olsa suya dönüşüp
Seninle deniz olasım gelir...
.
25.07.2008
.

Güzel tesadüflere...


En güzel anlar tesadüfi yaşananlardır...
Tesadüfen biraraya gelenlerin şaşkınlıktan sevimli bakan gözleridir en güzeli...
En olmadık yerde, en beklenmedik zamanda, en alakasız şeyi görmenin dumurudur en komiği...
Bir kış günü tesadüfen girdiğin kafede, tamamen şans eseri, dünyanın en güzel, en sıcak, en tatlı şarabıyla karşılaşmanın tadıdır damakta kalan...
Hiç umulmadık bir zamanda uzanan bir eldir en derde deva...
Bir "hadi" ile atılan öncesi olmayan, planı yapılmayan, hayali kurulmayan adımlardır...
Akla gelen ilk şeylerden ibarettir en iyi muhabetler, çok yoğurup şekillendirmeden bir çırpıda dudaklardan dökülenlerdir...

En güzel zamanlar tesadüfen yaşananlardır. Günün kırmızı pakette sunulan süprizi gibi, karşına bir anda çıkanlardır, açtığında içinden yaylı oyuncaklar fırlatır gibi... Bir balıkçı oltasının kendini suya salıvermesi kadar umursamaz rastgelelikleriyle zihnin en doğal hallerini anadan üryan açık edip, bazen pembeleşmiş olsa bile mutlu yüzler yaratanlardır, kalbinin hala aynı yerinde durduğunu bir parmak şıklatması kadar rahat hatırlatanlardır ...Güzel tesadüfleriniz olsun... :)
.
25.11.2008

konfeti-us der ki...


Bazen öyle bir taş düşerki kafana, taşa değil kafana kızarsın...

terlikleri sevmez misiniz?


Terliklerimi severim :)
Usulca yanyana bir kanape dibinde,
Kapının eşiğinde ya da herhangi saçma bir köşede
Sabır taşı duruşlarını severim...
Tekini bulup tekini aramayı,
Bir tekme ile ayağımdan savurmayı,
Kış günlerinde yumuşacık postlarını,
Komşuya "şlap şulup" mesajlarını,
Tek kalanın doğasına aykırı duruşundaki mizahı,
Terliklerimi severim,
Birbirine cuk oturmuş o iki işe yaramazın,
Birlikte "bir şey" olmasına imrenirim... :))

31.10.2008


Uzun bir "es"ten sonra yine...


Kendimi her nereye kaldırmışsam bulmam zaman aldı... Unutulmuş bir rafta rastladım, toz tutmuş, açık kahve ve gri tonlara bürünmüştüm, üfleyince dev bir toz bulutu kalktı üstümden: "burada ne çok kalmışım"... Hiç derdim değildi tozlar ya da renkleri, canlarını okumak bir silkelenmeye bakardı. Sonra, yine yıldızlar çakardı eteklerimde, "gözlerimde karanfiller açardı"...
.
Hey heeeyt!, döndüm işte, şöyle bir açılın hele... Yeterli bir ilham verin o tozlu etekliye, geçerli bir sebep ya da... Dağları yıkmaz mı, kuşanıp kılıçları iki tekerliyi dağ bayır koşturmaz mı? Şeytanla geçip maytabını, nanik yapıp kaçmaz mı? En antik efsanelerin en garip yaratıklarını takıp peşine, sokak sokak gezdirmez mi, çekip üstüne kısa bir pantalon bütün zilleri çalmaz mı... Güneşleri doğurtup elleriyle, her güne ayrı ayrı yeni isimler takmaz mı? Haftayı 8 gün, günü 35 saat yapmaz mı? O tozlu rafın gri-kahve tonlarda etekli kızı, durduğu raftan inip dans etmeye başlarsa, uçuşan gri tozlarını peri tozu yapmaz mı? Açılın, işte geldim buradayım... :)
.
24.07.2008

hayal ediyorum...

Bir gün, sırf o an içimden geldi diye en programsız, en rastgele haller içerisinde, tek bir çanta ile dünyanın herhangi bir köşesine gitmeyi,
Kendime şöyle en kırmızısından bir F650 gs almayı,
Güneşin doğuşunu sahilde oturup seyretmeyi,
Kendime ait bir iş kurmayı,
Her sabah kuş sesleriyle uyanmayı,
Karşımda hep gülümseyen bir yüz görmeyi,
Bahçesinde bir köpek, bir kaç tavşan, bir grup ördek olan pek de küçük olmayan :), şirin bir evde yaşamayı,
Bir ağaç dikip büyüdüğünü izlemeyi,
Sevince sevilmeyi,
Piyangoda büyük ikramiye kazanmayı,
Sayısalda 6'yı tutturmayı,
Az çalışıp çok kazanmayı,
Az gidilmiş, az bilinen masalsı yerlere gitmeyi,
Helikopter almayı, (herşey bitti o kaldı :))
Sadece ben istediğimde görünmez olmayı,
Bu listeden maddeler silebilip, maddeler ekleyebilmeyi... vs.
Hayal ediyorum... :) Atla deve değil aslında, çok tok gözlü çıktım çook... :)

11.06.2008

yalnızlık


Kapı çalanlar, hatır soranlar, yanında olan ya da olur gibi yapanlara rağmen bir şekilde tek başınalık döner dolaşır gelir paçama yapışır, biçare biçerim yalnızlığı, durmaksızın, orta yerinden, inadıma... Bu inatçı yapışkan duyguyu sevmiyorum... Ve en sevmediklerim arasında ilk sıraya yerleştiriyorum.






Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla.
Yaşlanmak hoş değil öyle duvarlara baka, baka.
Bir dost göz arayışıyla.
Saat tıkırtısıyla…
Korkmam, geçinip gideriz biz mutlulukla.
Ama;
"Günün aydın, akşamın iyi olsun" diyen biri olmalı.
Bir telefon sesi çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.
Yoksa, zor değil, hiç zor değil,
demli çayı bardakta karıştırıp, bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama; "Çaya kaç şeker alırsın ?"
Diye bir ses sormalı ya ara sıra…


CAN YÜCEL


07.05.2008

Çizgi olacaksın...


Karamelli bulutlar geldiğinde, çikolata yağacak yeryüzüne, bir karış açılmış ağzınla göğe döneceksin.

Uçurumdan düştüğünü farketmediğin sürece hiç sorun yok, farkındalığına sınır çekeceksin.

Şemsiyeni açıp pencerenden atlayabileceksin ve bir tabak fasülye ile uçabileceksin tekrar aynı yerine.

Şaftın kaymışsa dert etme, bir silkelenmeyle düzeleceksin.

En kötü günün tek sebebi, kafana inen dev kaya parçası olacak. Olsun, tepsi misali de hayatına devam edebileceksin.

Akıllara zarar icatlar yapacak kadar hesap, kitap bileceksin, gel gör ki hepsi fos bile değil "fıs" çıkacak. Hiç aldırış etmeyeceksin...

Atletleri kıskandıracak kadar hızlı koşacaksın, fakat hep tam önünde, bir direk peydahlanacak hızını kesmek istercesine.

Düşerken el sallayacaksın millete, salak bir gülümseme ile, boğulurken nefesini sayacaksın korkusuzca, 3-2-1 diye...

Balık tutmaya kalkışsan, dev köpek balığı kapacak seni, "rastgele"nin böylesine jüriden şaşkın bir ifade.

Kızdığına tekmeyi basacaksın, uçacak taa Çin'e, ufukta ufalan slüetine bakacaksın tebessümle.

Sevdiğinde gözlerin yerinden fırlayacak, "doink" gibi bir efektle.

Tam başardım derken, hep hazin bir son bulacak seni, o ne azimdir, yılmayacaksın. İnat bu ya kendinden emin, şen kahkahalarla tekrar tekrar saldıracaksın.

En mantıksız olanı yapacak, en mantıklı olanmış gibi yan gelip keyfine bakacaksın.

Hep ekspres olacak posta servisi, Acme'den her sipariş daha o an havadan inecek, tam da ayağının üzerine.

Bir elinde örs, matkap, testere, herneyse, hep gereken aleti tutuyor bulacaksın kendini. Fakat iş kullanmaya gelince, fazla amatörce.

Çizgi film tadında bir hayat yaşayacaksın, bir elinde lolipop şekeri ile el sallayacaksın o fazla gerçekçilere... Yüzünde umursamaz, aptal bir gülümseme, kara tahtayı silip, planlara baştan başlayacaksın... Hayatta kalabilmek için önce çizgi olacaksın...
29.04.2008

Şarkılar söyleyemedi çocuklar...

"Bak işte yaklaşıyor fırtına,
Bak yine yükseliyor dalgalar,
Yıllardan sonra yollardan sonra
Şarkılar söylüyor çocuklar
Yıllardan sonra yollardan sonra
Yeniden yanyana onlar
Ne geçmiş tükendi ne yarınlar
Hayat yeniler bizleri
Geçse de yolumuz bozkırlardan
Denizlere çıkar sokaklar..."
yeni türkü

Şarkılar söyleyemedi çocuklar... Yanyana da duramadı, sisler içerisinden delip geçen buz gibi nehirler vardı, köprüsüz... Kimine göre doğru kimine göre yanlış, kime ne, hani fikrini söylemekti doğrusu, söyleyemediler... O an özgürlük hangi kuyunun dibinde idi bilinmez, sokaklarda kime sorsan, bugün hiç görünmedi derdi. 2 yanlış ses, bir kaç karanlık ve bir grup kanatsız oturmuş yazmışlardı koskocaman puntolarla "aklının yetmediğinden kork, aklının yetmediğine korku ver": sınırlar, parmaklıklar, tenlerde patlayan, yürek acıtan sesler ver. "Vur eline sağlık" diyenleri de duydum, vurulanları da gördüm: 2 araya kaynayan yanlışı çıkartınca gerisi tomurcuk çocuklardı, elleri nasırlılardı, saçları kırlılardı; babaydı, evlattı, insandı ve ne arsası, ne arabası, ne barkı sadece inandığı bir fikri vardı ismine kayıtlı, doğruymuş yanlışmış kime neydi, çıkıp söylemek hakkı vardı! İki çift söz kaldı kursağında söylenmemiş; bir kaç göz doldu, birinin boğazı düğümlendi, biri tükürdü ayakları dibine tiksinerek, diğeri kınadı fikrini, kimi başı dik yürüdü, kimi alkışladı elleri çatlayana dek, kimi uzandı yere yüzükoyun, kimi hayallerini attı çöpe, kimi içinde kızgınlık büyüttü, kiminin canı yandı... kimi şarkısını aldı, gitti...
Özgürlük hangi kuyunun dibindeydi bilinmez, o gün şarkılar söyleyemedi çocuklar, sokaklar öksüz kaldı...
.
01.05.2008

Umut Et!


Daha çocukken öğrendik yarını, "baban yarın gelecek" dedi annem, peki yarın ne zamandı? "Uyuyup kalkıcaz yarın olacak"tan ibaret kısa vadeli umutlar beslemeyi öğrendik, uyuma ve uyanmalar arasıydı zaman dilimleri. Şimdi dakikalarla yarışırken, "uyuyup kalkıcaz" hesabı eski süksesini çoktan kaybetmiş görünüyor. Kafalar içerisinde binbir sorunla boğuşurken kimi zaman uyuyup uyanmayıveresi geliyor insanların. Ertesi gün gelip kapısına alacaklı gibi dayanacak bir yığın işi, gücü, sorunu, memleketin saç baş yolduran meseleleri, o, bu derken, yarından umudu kesmemek de kolay iş değil tabi... Eskinin ayla güneş arasında sıkışmış umutları çoktan kişilerin bizzat kendilerine bağlı umutlara dönüştü bile. Akla gelen gelmeyen envai çeşit hayat mücadelesi içerisinde, bir tek aynı eski bilindik ışık kaldı hala yolu açan; umut... Basit ve mantık dışı gören çoktur belki, o kadar uzun zaman oldu ki uyuyup kalkmaktan ibaret zaman hesabını geçeli, umut bile ilkelleşti bizim için. Tükenen tüketici toplumunun, tükenen Polyannacı fenomeni... Mantığımızı kullanmayı da öğrendik çünkü dakikaları sayarken. Artık herşeye hakim mantığımız var ve akabinde ihtimal hesaplamalarımız, ihtimal hesaplarının kesin sonuçları, kesin sonuçların doğuracağı kesin gerçekler beklentisi. Kesin sonuçları!... Peki ya bilinmeyen değişkenler; görünen, elle tutulan, hesaplananlar değil de yeni, başka, nefes aldıkça karşımıza çıkması kaçınılmaz yeni ihtimaller? "Uyuyup kalkıcaz" ve yeni bir gün doğacak fikri? Halbuki ihtimaller tüm hesaplara karşı, göremeyeceğimiz kadar saklı, sayamayacağımız kadar çok ve ne zaman çıkıp şaşırtacağını asla bilemeyeceğimiz kadar süprizli. İhtimaller hep düşündüğümüzden, düşünebileceğimizden daha sırlı ve dünya döndükçe tüm umutları beslemeye daima yetecek kadar besili...

Umut etmeyi sürdür, çünkü yaşam hesaplanamaz ihtimaller üzerine...
.
21.04.2008

İlhamım "PERVANE"

Bilgisayarın başına otur zaten başındasın haftanın 5 günü 9 saat. Hadi bu kez bir başka otur, "iki satır yaz güzelim şenlenelim, zamanıdır" dedi pervane. İşe güce boş vermiş her boş gezen gibi elimden bir şey gelmez eğdim ince boynumu. Üstelik kimin haddine pervaneye baş kaldırmak. Pervanedir, olur olmaz yerde alıverir hıncını; sıkıverir, bilemedin, daha kötüsü, sıktırıverir üzerine saldığı birine ümüğümü. İçtim çayımı kahvemi, yaptım tüm ritüellerimi bir bir (sanırsın ain var, alt tarafı bir şeyler karalamak için iki kıvranıcam, üç de takla atıcam). Oturdum hiç insani bulmadığım buz gibi camdan sayfamın başına, bir iki insani şey yazmaya ki a!a!... Buyur buradan yak, hani benim pervane. Ülen pervane, ülen pervasız, ülen vicdansız, oturttun beni, yaz dedin, at dedin, tut dedin, zaten sıkkınsın iki açıl dökül dedin. Oturdum, açtım sayfayı, koydum parmakçıklarımı bilmem kaç tuşlu zımbırtıya, tıkır tıkır sesler gelmeliydi, tıkırtılardan senfoniler çalınmalıydı, parende, ters parende, üçlü "axel"larla uçmalıydım, dinle de bak, bak da ağla. Bırak senfoniyi bir "dıt" yok, bırak parendeyi daha bir adım yok, melül melül bakıyorum cama (cam da pek temiz, hmm, afferim bana).

Benim ilham, nam-ı diger pervane, olur olmaz bir şey estirir, hep de olur olmaz bir zamanda. Hooouup! Bi' sevinir coşarım, bi' celallenir yükselirim, bi' gelirim gaza, bi' çömelirim yere (köpek ısırmaz derler o konumda, ne alakaysa). Tam başlayacağım söze daha da kötüsü başlamışım, ya da tam yap dediği her ne akla ters haltsa yapacağım, bi dönerim ki gitmiş. Ama ben başlamışım, dönüşü yok. Sözse çıkmış ilk heceler; eylemse, gelmişsin gaza atmışsın bir adım. Benim ani duruş uzmanı olmama şu kadar kaldı, pervane hala adam olamadı. Ciyaaavk! diye bir acı sesle dur, yine geldin pervanenin oyununa. Ülen pervane sen adamı rezil de edersin vezir de, bilirim sıklıkla da rezil edersin. İnsanların ilhamı gelir başlar ve bitirirler: eserler çıkar, şakılar, şiirler, ne besteler, ne resimler, ah o ne renkler. Benimki bir gelir, bir gider, dolanır, şöyle bir bakar döner kapıyı kapar, elleri cebinde, ağzında bir saz, yalın ayak, başı kabak, kısa donlu, keyif düşkünü, dolanır durur kafamın içinde. Yine aynı hikaye, saldı çayıra gitti, otobanın ortasında kapıyı açtı atıverdi. Ben de elim klavyede melül melül bakakaldım daha da kötüsü dona kaldım... İnat ettim yazıcam, inat ettim benim ilham kaç paralıkmış renkli afiş yapıp asıcam. İlham perisi derler yalan "ilham delisi" denen Pervane'ye inat yazıcam, önce yaparsın edersinlerle, tatlı dillerle, klasik bir besteyle gel, sonra sır ol git. Hangi vicdana sığar ki bu ekiş... Bir kursağım varsa bile tıkanmaktan yok oldu... İki çift söz birikti içimde, gelince okur utanırsın. Bana bak Pervane, kabak lastiksin, bozuk gitarsın, alçaksın, kalpsizsin, zalimsin zulm edensin, döneksin, kopuk debriyajsın, eksik ekipmansın... Yazdım işte...


15.04.2008

"es"


Söylenmemiş sözler vardır. Bir insan ne kadar söylenmemiş söz biriktirebilir, ne kadar biriktirmesi normal ne kadarı anormaldir... Kimine göre korkak, kimine göre nazik, kimine göre cesurdur bu gizemli koleksiyoncular. Kimileri ise bilir susulan her sözle kaç fırtına diner. Biriktirmek caiz midir, yoksa söylenmemişse bir söz, söz olmaktan mı cayar?

Özellikle öğrencilik yıllarımda yaptığım hiç de fena sayılmayacak pot kırma kariyerimi saymazsak, hiç bir zaman geveze ya da patavatsız olmadım, olduğum anlarım olmuştur her normal insan kadar, ama çok utanmışımdır sonrasında. Fakat keyfim de yerindeyse konuşmaya her zaman bayılarak neşe içinde atladım. Bu bünyede bir şahsiyet olarak söylenmemiş söz koleksiyoncularının o az detaylı, çok susmalı bana göre daha özgür olan dünyalarına imrene imrene, günün birinde karar verdim ben de hayatta bazı şeylere daha sık "es" vermeye ve söylenmemiş daha çok söz biriktirmeye. Benim biriktiricilik içine atmak sanılmasın, es geçmek diyelim biz buna. Sözcüklere bir sus verip, tutup çekip pencereden atmak gibi bir şey... Epey sonra gidip camdan attığım sözleri alıyorum. Önce bakıyorum bir kısmı pencereden fırlatılmanın şiddeti ile uçmuş gitmiş, kimi asi tip özgürüz diye naralar atarak ayaklanmış kaçmış, geri kalanlar da bana yetiyor da artıyor zaten, "düşün önüme gidiyoruz söz bozuntuları sunum yapıcaz" diyorum... Yine de sus ve sözlerini pencereden at işinde ilk 5e girecek kadar başarılı sayılmam sanıyorum...

Sözlerimle sustukça bir sürü gereksiz kelimeyi özgürlüğüne kavuşturuyorum, bir gün yolda yürürken uçup gidenler ve ayaklanıp kaçan asilerle selamlaşacağımı biliyorum, " aa bu benim sözüm" "aa bu ne zamandır hatırlamadığımdı" içimde bir yerde değiller, hepsi özgür, kimseler görmeden duymadan önce yarattım sonra saldım onları, pencereden aşağı... Sustukça gördüklerim de arttı, gözden kaçırdıklarım başkaları konuşurken yakaladıklarıma dönüştü. Öyle anlar olduki sustukça ve dinledikçe, dili döndürmenin ve kelimelerden ibaret sesler çıkarmanın manasızlığı daha da bir aklıma düştü. Konuşup o acayip seslerden oluşan, kimbilir kimlerin, kimbilir hangi uçmuş geçmiş zamanda anlam yüklediği bilmem kaç heceli kelimeleri kullanmanın manasız yanı su yüzüne çıktı: Ben koymadım ki kafamda elini kolunu sallayıp gezen ne idüğü belirsiz şeyin adını, -mış'lı geçmiş zamanda çok uzaklarda bir başkası olmalı. Benim düşüncelerimin bir kelimesi, hadi bilemedin kelimelerden oluşan bir cümlesi var mı acaba ki dile getirip güya kendimi ifade etmenin tatminiyle ortalıkta dolaşıcam. Bir de "anlamadın sen beni" diye diye feryat figan yırtınıcam. En güzeli, hemen şimdi bir "es"...

09.04.2008

9 Aralık 2008 Salı

Hakkımda en geçmiş zaman...

Ben şehirde büyümedim, babamın görevi gereği oturduğumuz 8 blokluk 3er katlık apartmanlardan oluşan lojman şehirden uzakta, Gökova santraline 15 dk mesafede, termik santral manzaralı bir dağın başındaydı. Varın siz düşünün bir çocuk için ne güzel anılar verir bir dağ... Yakındaki köyün insanları bizim binaların oturduğu yere "akrepli tepe" derlermiş. Uydurma bir isim olmadığını anlamamız çok uzun sürmedi...

Çocuktuk, çocukça şeylerden ibaret dört dörtlük bohem bir hayat yaşadık. O zamanlar yayınlanan ve müptelası olunan çizgifilmleri; Voltran'ı, Heman'i, Heidi'yi kaçırmamak için sabahın köründe Tv karşısına geçerdim. Heidi gibi bulutların üzerine çıkmayı çok hayal ettim, olmadı, Newton izin vermedi. Cep telefonsuz yıldızlı yıllardı, gittiğimiz yeri bizden başkası bilmezdi, merak eden bir hışımla telefona sarılamaz sabırla beklemeyi bilirdi, günün sonunda paket halinde sunulacak bir azar olsa da merak eden ve edebilecek olanlara aldırmamak da bizim uzmanlık konumuzdu. Bilgisayar ve sanal arkadaşlardan da çok şükür ki mahrum kaldık. Kolumuzu omzuna attığımız, düşünce yerden kaldırdığımız ya da bazen düşürüdüğümüz, bisikletimizi ödünç verdiğimiz, bisikletini ödünç aldığımız, diken savaşı yaptığımız, canı yandı mı ağlayan 3 boyutlu gerçek arkadaşlarımız vardı. Hiç bir 3d program o teknolojide bir arkadaş yapmayı hala başaramadı.

Etrafı sarılı bir site bile olsa neticede dağın başındaydık işte: Bisikletle gezerken önümden yılan geçtiği de oldu, babamın çitin dışına çıkmayın uyarılarını hiçe sayıp dağ bayır dolaştığım da, dolaşırken o civarda çok olduğu söylenen yaban domuzu gördüğümüzü sanıp deliler gibi kaçtığım da... Çoban köpeği de kovaladı, tavuklarım da oldu her biri bir köpek kadar evcil. Saatlerimi harcardım kümeste döven tavuklarla dövülenleri ayrı saflarda oturtmak için, nedendir hiç anlamam dövülenler gider inatla dövenlerin yanına tünerdi. Tavuklara yer göstericilik yapmamın karşılığını hiç bir zaman alamasam da her akşam ısrarla dövenlerle dövülenler itinayla tarafımca ayrılırdı. Şimdi düşününce o tavuklardan sık sık farksız bulduğum olur insan psikolojisini. Bazen yakındaki köye yollanır, oradan taze köy yumurtası, süt alırdık, zaten köpek kovalama macerasını da o zaman yaşadık. Köpek dediğim ayıdan bozma, kürkü kürk, dişleri diş, cüssesi şu anki benden bile kat be kat büyük. Daha bitmedi: Çete kurduğum oldu: çeteye güzel gizli bir yer bulundu ve sonrasında o gizli yeri başka çeteye satma macerası... İtiraf ediyorum evet, ben o zamanlar devletin arazisini başka çocuklara sattım, ancak içlerinden birinin annesinden sponsorluk talep etmesi ile o parayı hiç alamadım. Bisikletle son sürrat yokuş aşağı inerken, karşı istikametten üzerime dümdüz süren bana gıcık arkadaşımın, ben de inatla üzerine sürüp, o hızla kafa kafaya çarpışıp en büyük bisiklet kazamı yaptım, korkusuzluğu kanıtlamak can acıtabilirmiş ezbere aldım. Kafam da yarıldı, dizim de, ayak parmağım da: Anestezisiz dikiş attırmanın acısını gel de bana sor. Ne dikiş, ne de kazalar yaşadıklarımın en kötüsü yanında hiç bir şeydi; bir gün bir at sineği sürüsünün tam içinde kaldım, saçlarımın arasına onlarcası girdi. İnsanı yay gibi geren böcekli, yaratıklı korku filmi sahnelerinden birinin tam ortasındaydım. Hayatımın bu en büyük kabusu sayesinde hala böceklerden ölesiye korkarım... Evcilik de oynadım futbol da, diken savaşı da yaptım, uçurtma da uçurdum... En güzel "bot yutan" çamuru bulup, bir güzel yoğurup sanat esercikleri de yaptım köfte de. Binalardan birinin duvarını boyumuzun yettiği yüksekliğe kadar çamurla da sıvadım, sanırım inşaat işine o zamanlar başladım. İşin kötüsü kaç sene sonra o çamur sıva hala oradaydı. Yağmurda tombul solucanlar topladım, toprak dolu bir kasede besledim, kaseyi sulamayı unuttuğumda öldüklerini görüp günlerce üzüldüm. Baharda dağlarda çiçekler topladım, yağmurda bilerek isteyerek ıslandım... Dandik bir gitar bozuntusu ile uyduruk besteler de yaptım, okey oynarken abartısız yaklaşık 20 taş da çaldım. Bu taş çalmada o kadar ustaydım ki çok uzun süre sonra sürekli kazanmam sonucu duyulan şüphe üzerine yakalandım. Kimseler inanmaz ama uzay gemisi bile gördüm. Öğleden sonra güneşin etkisini kaybetmesi ile çıktığım sokaktan gece yarıları döndüm. Ben sevgiyi, kavgayı, paylaşmayı, kaybetmeyi, dostluğu, doğayı, doğayı, doğayı... ve geri kalan herşeyi Ege'nin Manhattan gibi ışıklı santral manzaralı o dağında öğrendim. Lojmanlar şehir merkezine taşındığında ben zaten neredeyse büyümüştüm, çocukluğum ise Heidi misali hala o dağdadır... Emin olduğum bir şey var; şehir merkezi ve çocuk birbirine yakışmıyor, özgür olmalı, doğada olmalı, gitmeli, koşmalı, kaybolmalı, gerçek arkadaşları olmalı bir çocuğun.

Bu enteresan çocukluk yıllarından sonra, duruşum, motosiklet merakım, kaçıp gitmelere olan hevesim, bir yerde 3 gün duramayışım, kapalı bir yerde kalamayışımla bazen deli bazen akıllı olduğumu düşünenler oluyor, normal olduğumu hiç iddia etmedim ki. Zaten normal olduğumu düşünenler de pek normal değildi... ;)

"çocuklardık parlak yıldızlardık o zaman"

04.10.2008

konfeti-us dedi ki...

Konfeti-us dediki: "bu çukur kurtarılmış bölge oldu, kaç git çekirge bilinmeyen, görünmeyen yeni ve derin bir çukur kaz, sok kafanı içine, en azından daha özgür olduğuna inandır kendini, daha bi' şımar, coş, eğlen, koş, dur... Belki aklın başına gelir de cümle alem bir çileden kurtulur"...

"Konfeti kafa işte... heh!" desek de, netice itibari ile geldik kurulduk yeni malikanemize... :)

Han'fendiler ve efendiler,
Yeni blogum bana, size, ona buna, kediye köpeğe, çoluğa çocuğa, adama kadına, ota böceğe, kurda kuşa, akıllıya deliye hayırlı uğurlu olsun, dilerim... :)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...