28 Ekim 2010 Perşembe

yok arkadaş ben demem

29 Ekim tatilini kaptık ya, şimdi kara kara "bugün yarım gün olsa idi, ne de güzel oliridiiii amaııın amağn" türküsünü çığırıyoruz. Lakin ofiscek içimizden deli patrona kurban edecek sözcüyü seçemedik... Valla ben demem, varsın yarım gün daha çalışayım en azından nefes alırım, en azından yarınki havai fişekleri hastaneden değil evimden görürüm...

27 Ekim 2010 Çarşamba

kendim için

geyikli geceyi hep sevdim...

Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Herşey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.

Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak

Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut dövüşerek
Geyikli geceyi kurtardık

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ay ışığı
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli...

Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.
Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar teoriler ışıtamaz yanını yöresini
Örneğin manastırda oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltuk altlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında...

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı...

Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk.

Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ay ışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayak ucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum
Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.

Turgut Uyar

çengi


Parmağımı şıklattığımda yanımda olabilseydin,
Müziksiz çengiye dönerdim.

26 Ekim 2010 Salı

Modern Macera

Hüseyin Çağlayan çalışması

Haftasonu İstanbul Modern'e gittik. İnsan sergi-galeri gezince kendini iyi hissediyor, sonunda bir haftasonu da faydalı bir iş yaptım diye de övünüyorsun. Kalıcı serginin değişmeyen tablolarını görmekten biraz sıkılmışız ama olsun hatırlamış olduk, bir dahaki sefere artık hatırlatmasalar iyi olur. O geometrik desenli, büyük dikdörtgen tabloyu da hiç sevmiyorum, canımı sıkıyor.


Soyut olduğunu sandığım tabloların çoğuna "ben de yaparım ne var yani" yorumunu yaptığım için utanmam gerekiyor olabilir, yine de fikrim değişmiyor. Sanatçının eserine saygı hürmet sonsuz, lakin elde değil bende bu etkiyi yaratıyor. Hepimiz resim ve sanat duayeni olmadığımıza göre, bu yorumu yapma hakkımız da saklıdır herhal... Öyleyse haydi tartışalım, sanat kimin için? E benim için, yakında resime başlıyorum ve kendim için kendi sevdiğim şeyler yapıcam, eşe dosta vericem, zorla duvarlarına asıcam, asmayanı portresini yapmakla tehdit edicem. Belki sergi bilem açarım, buradan da davetiye yazarım... Şimdi gidip yeşil çay içeyim...

Sergide görülebilecek, bir H. Çağlayan çalışması


Asıl gidilesi sergi Hüseyin Çağlayan, ilginç olduğu kadar takdir edilesi deneysel bir modacı, hem film hem de moda çalışmalarını sevdim, üstelik onun işlerine "yapabilirim" bilmişliği ile de bakmadım, bakamazdım. Benim (sıradan) bakış açım önemli mi bilmem ama çalışmları etkileyici idi... Adam elbiseyi demir tozuna bulayıp toprağa gömmüş sonra çıkarmış defilede kullanmış, 40 sene düşünsem aklıma gelmezdi. Değişik olmuş, evet kesinlikle deneysel çalışma olmuş, fakat benim aklıma ilk gelen "bu tozlu kirli şeyi kim giyer şimdi" olunca sanırım sihir bozuluyor bir nebze. Sanatçı zarafeti ile elimi çeneme alıp "hmmm enteresan, modadaki bidi bidi akımı ile tırıvırı düşüncesinin toplumsal fiktiriğe ilginç bi tepkisi aslında bu" türünden bir yorum yapamayacağım içindir, giyilir giyilmez, güzel, çirkin, ah çok yaratıcı, çok sıradan diyorum hiç istemesem de, utancımı da cebime atıyorum evde çıkarıp bakarım diye... Parlak yorumlarım olmasa da en azından farkındayım durduğum yerin. Bu da bir bilinçtir, bir şeyler farkındalıkla gelişir diyerek kendimi ve de benzerlerimin oluşturduğu toplumu teselli edebiliyorum. Hatta bu yüzden kendimle ne çok övünsem azdır... Az övündüm zaten, mütevazi biri sayılırım.


Hüseyin Çağlayan defilesinden, değişen kıyafetlerden biri.


Sergide gezmenin en kötü tarafı ayaklarınızın sanattan anlamaması, aslında çıplak ayak gezilmeli sergi, arada oturup parmaklarını ovuşturabilmeli insan. Hatta aralara, içinde su olan, minik havuzcuklar yaparlarsa vallahi sanatsever bir toplum olur çıkarız: "Yetkililer sesimi bi' kere de duyun ya!"

Sergide gezdikten sonra kafede sıcak çikolata için, iyi yapıyorlar aferim, sanatsal yorgunluğunuzun yükü altında ezilmiş bireysel ayaklarınızı yumuşatmak için girişilmiş bir eylem olarak işe yarıyor (yorum yapamam mı sandınız! hahhayt). Neskuik değil gerçek çikolata tadında ki bu zor bulunuyor artık. Cheesecake yemeyin.

Çıktığımızda askerler, polisler, tv kanalları... "Hah sonunda yakayı ele verdik" dedik ki, devletimizin başı Body World's sergisine gelmiş diye duyunca rahatladık, o varken bize bir şey olmazdı netekim. İçeride sergiyi gezen sıradan vatandaşa azıcık üzüldük. Devletin başı bakarken çevresindeki ekip de (tahmini: koruma, danışman, polis, asker vs.) aynı body'e bakacağından en az 5m'lik çap içerisinde rahat hareket engellenecektir ki bu, paranla rezil olmanın bir başka boyutudur diye kurduk, ama belki de öyle olmamıştır, belki de yalnız gezmiştir sergiyi, belki de şaha gelmiş daha bir görünür olmuştur body'ler, kimbilir...

Karaköy Bankalar Caddesine de gitmişken bir baktık, özlemişim o karamsar dev binaları. Çakma İspanyol merdivenleri de aynen yerinde, ama eskiden bir sürü kedi olurdu basamaklarında, şimdi sadece bir tane görebildim, belediye cevap versin: kediler nerede? Arka sokaklarda ise çok güzel eski binalar keşfettik, teeeğ 1300'lerde Cenevizliler yapmış, ama ne "su samurum" ne de ben fotoğraf makinası almayı akıl edemediğimiz için belgeleyemedik. Korunamamasına vahlandık, dövündük, Kadıköy vapuruna yollandık.

Pazar kahvaltısını Karaköy'de yaparım sananlara duyurulur, tüm mekanlar hınca hınc, özellikle her iki Namlı. Geriye börek çörek seçenekleri kalıyor, bilin de gidin, sonra üzülürsünüz.

Hüseyin Çağlayan hakkında bilgi için fotoğrafına tık diyin... ;)


25 Ekim 2010 Pazartesi

Bu kadını seviyorum: Lhasa de Sela



Kısacık yaşamına 3 harika albüm sığdırmış, Meksika kökenli, güzel sesli, güzel yüzlü kadın: fotoğrafını ilk gördüğümde hayran kalmıştım, ifadesi bir çok şey barındırır gibiydi, hem şımarık hem hüzünlüydü. Sesini ve şarkılarını dinleyince daha da çok sevdim ben onu... Zaman zaman hatırlar dinlerim, anladığım ezgilere ilişmiş anlamadığım sözleri mırıldanırken, belki benzer belki değil yeni anlamlar yüklerim... Kendimce...
Dinleyin,

Albümleri:

La Llorona
The Living Road
Lhasa

Lhasa de Sela, 27.09.1972 - 01.01.2010

18 Ekim 2010 Pazartesi

haydi iş kuralım...

Amatörler için kendi ofisine yerleşmenin yaşanmış/denenmiş/henüz başarılı olamamış 4 aşamalı girişim süreci:

1. Fikrin kafada ilk çakışı (kanlı merdiven):

Merdivende tökezleyip düştüğünü, düşerken değil düştükten sonra anlamak gibi. (acı olan şu ki bu benzetmeyi çok aramadım.:) Her neyse merdiveni unutalım, eninde sonunda çalıştığın her yerde sömürüldüğün hissine kapılır o merdivenden düşer ve "yeter" diye naralar atarak "neden kendi işimi yapmıyorum ki" dersin... Flaş kafada böylece çakar, fikre alışma dönemi için için yaşanır, kimselere söylenmez ilkin ve kendinle konuşma süreci başlar: kendi işimi yapsam/ - olur mu ki/ -olur olur/ - yok yaa zor iş sana mı kaldı/ -nesi zor herkes yapıyor/ -yaparım değil mi/ -yaparsın tabii... Bu dönem de pek sürmez sürmemelidir de, tek başına hayal kurmanın sıkıcılığı kendimizi ortak aramaya iter. Çok geçmeden sizin gibi merdivenden düşen güvenilir bir iki dost arasından en güvenilir olana yapışırsınız.

2. Hayaller aleminde fikir üretme (laylay loyloy):
İmkanlarınız çerçevesinde bu süreç 1 ila 15 yıl arasında sürebilir, en kötüsü hiç bitmeyebilir. "İmkanlar"dan kasıt: boşa saçabileceğiniz baba paranız yok ise demektir. Var ise zaten bu aşama kısadır, hemen bulunan en uygun ya da uygun olduğu sanılan girişime başlanır, gerisi kolaydır yetenekler ve piyasa çerçevesinde ya batılır ya da çıkılır. Bu gibi durumlarda batılması çok komaz, para babanındır o düşünsündür, amaan zaten para dediğin mezara mı gidecektir. Bizim gibi ekosistem tipler içinse bu uzun bir süreçtir "kurar ha kurar kuraaar"ız da içimize sinmez bir daha kurarız. Olur olmaz herşeyi düşünür, her nevi iş türü için A, B, C...Z planları yapar, bozar yapar, yine bozarız... Sonra bi dönem cayarız, maaşlı iş güvenli sıcak yuva gibidir, bırakıp da nereye niye gideriz, kırıp dizi otururuz oturduğumuz yerde. Yok hayır artık oturamayız, yine döneriz aynı fikre, kurmaya devam ederiz. Kurulacak işi kafada şekillendirme aşamasıdır yaşanan ve akla olmadık yöntemler gelir, bol bol gülünür, hayaldir beleştir, sınırı yoktur, işin suyu sıkılır, suyundan tatlı limonata yapılır sağa sola ikram edilir, pembe hayalin sarhoş eden neşesine kapılıp epeyce eğlenilir... ohohoho keyiften ölünür... :)

3.Hayali ciddiye alma (ben ağlarım yane yane):

Sonra bir gün, bir arkadaşınıza rastlarsınız, o akıl yoksunu, o bitli Pakize kendi işinin patronu olmuş salınmakta, okulun en yeteneksizi iken, ne yaptı nasıl yaptı ise şimdi patroniçe edalarında üstelik mütevazilik denen erdemin bir çeşit siyasi akım olduğunu sanarak dolaşmaktadır. Alt dudağınız bükülür o akşam, aynadaki yansımayı ters ters kesersiniz, iki çift laf edersiniz kendinize, uzanır tavana bakar bir kaç leke, kabarmış boya keşfedersiniz, dayanamaz hayali ortağınızı ararsınız. Ağlamaklı sesle anlatırsınız olanları, onun da alt dudağı bükülür, hayal aleminden eyleme bir türlü geçememenin mahsunluğu ve utancı çöker... İşte ortak hayalperest tam da burada önem kazanır, "yürü eylem planı başlatıyoruz" der sıkı bir gazla, gözler parlar, mendil çıkar cepten, bu kez buruna değil havaya yükselir, haydaaaa naralarıyla halaya durulur, nın nınınını nını hooppaa.. Oldu bu iş kızım... Biz yapamayacaksak kim yapacak, süperiz biz, hayır 10 numarayız, hayır mükemmeliz, o da değil çok zekiyiz biz kızım... Gerçek? :)

4.Eyleme geçme (yürrü bea):

Artık oturup kurma devri geçmiştir, konu açılınca gülmeler eğlenmeler yoktur, ciddi meseledir, hayat memattır, tatlı limonata yoktur, acı şalgam vardır. Açılacak şirketin internet sitesi, kart bastırmak, grafik tasarım vs. hepsini yapacak donanım damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur, kendin pişir kendin ye usulü başlamıştır. Sağda solda tanıdık tanımadık kim var kim yoksa haber salınır, ferman yayınlanır. Yetenek abidesi bile olsanız ve bunu herkes bilse bile durduğunuz yere kimse gelip "al iş, haydi yap da para kazan" demez, çıkıp "niyet ettim ben bu işi yapmaya" diye avazınız çıktığı kadar bağırmanız lazımdır. Utanma sıkılma yoktur her kapı çalınır. Sonra beklenir... Bekleniiiir, bekleniiiir, bekleniiiiir bekleniiir, bekleeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee, bir kaç kapı mutlaka aralanır ki bu bile başarıdır... Olacaktır yakındır, fırtınadan önceki sessizliktir, emin olunmaktadır...

Bitmez...




1 Ekim 2010 Cuma

30 Eylül, Arena, Ozzy!


"you're all fucking crazy!"

U2'nun yanar döner sahnesini yiyim, Ozzy Osbourne'a bir şey olmasın dedirten, kendimi ilahi aindeymiş gibi hissettiren konser, bu kadarını beklemiyordum ne yalan söyliyeyim. Sıkıldıkça seyircileri köpük banyosu yaptırması, kendisi
de yapıp kedi gibi ıslanması, kova kova suyu izleyicilere şevkle dökmesi, mama I'm coming home!... Metalci, çocuk ruhlu ilah geldi ve gitti... Yine gel yine gel, geeel Ozi Amca yine geeel... :)


rock forever! :)

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...