9 Aralık 2008 Salı

Hakkımda en geçmiş zaman...

Ben şehirde büyümedim, babamın görevi gereği oturduğumuz 8 blokluk 3er katlık apartmanlardan oluşan lojman şehirden uzakta, Gökova santraline 15 dk mesafede, termik santral manzaralı bir dağın başındaydı. Varın siz düşünün bir çocuk için ne güzel anılar verir bir dağ... Yakındaki köyün insanları bizim binaların oturduğu yere "akrepli tepe" derlermiş. Uydurma bir isim olmadığını anlamamız çok uzun sürmedi...

Çocuktuk, çocukça şeylerden ibaret dört dörtlük bohem bir hayat yaşadık. O zamanlar yayınlanan ve müptelası olunan çizgifilmleri; Voltran'ı, Heman'i, Heidi'yi kaçırmamak için sabahın köründe Tv karşısına geçerdim. Heidi gibi bulutların üzerine çıkmayı çok hayal ettim, olmadı, Newton izin vermedi. Cep telefonsuz yıldızlı yıllardı, gittiğimiz yeri bizden başkası bilmezdi, merak eden bir hışımla telefona sarılamaz sabırla beklemeyi bilirdi, günün sonunda paket halinde sunulacak bir azar olsa da merak eden ve edebilecek olanlara aldırmamak da bizim uzmanlık konumuzdu. Bilgisayar ve sanal arkadaşlardan da çok şükür ki mahrum kaldık. Kolumuzu omzuna attığımız, düşünce yerden kaldırdığımız ya da bazen düşürüdüğümüz, bisikletimizi ödünç verdiğimiz, bisikletini ödünç aldığımız, diken savaşı yaptığımız, canı yandı mı ağlayan 3 boyutlu gerçek arkadaşlarımız vardı. Hiç bir 3d program o teknolojide bir arkadaş yapmayı hala başaramadı.

Etrafı sarılı bir site bile olsa neticede dağın başındaydık işte: Bisikletle gezerken önümden yılan geçtiği de oldu, babamın çitin dışına çıkmayın uyarılarını hiçe sayıp dağ bayır dolaştığım da, dolaşırken o civarda çok olduğu söylenen yaban domuzu gördüğümüzü sanıp deliler gibi kaçtığım da... Çoban köpeği de kovaladı, tavuklarım da oldu her biri bir köpek kadar evcil. Saatlerimi harcardım kümeste döven tavuklarla dövülenleri ayrı saflarda oturtmak için, nedendir hiç anlamam dövülenler gider inatla dövenlerin yanına tünerdi. Tavuklara yer göstericilik yapmamın karşılığını hiç bir zaman alamasam da her akşam ısrarla dövenlerle dövülenler itinayla tarafımca ayrılırdı. Şimdi düşününce o tavuklardan sık sık farksız bulduğum olur insan psikolojisini. Bazen yakındaki köye yollanır, oradan taze köy yumurtası, süt alırdık, zaten köpek kovalama macerasını da o zaman yaşadık. Köpek dediğim ayıdan bozma, kürkü kürk, dişleri diş, cüssesi şu anki benden bile kat be kat büyük. Daha bitmedi: Çete kurduğum oldu: çeteye güzel gizli bir yer bulundu ve sonrasında o gizli yeri başka çeteye satma macerası... İtiraf ediyorum evet, ben o zamanlar devletin arazisini başka çocuklara sattım, ancak içlerinden birinin annesinden sponsorluk talep etmesi ile o parayı hiç alamadım. Bisikletle son sürrat yokuş aşağı inerken, karşı istikametten üzerime dümdüz süren bana gıcık arkadaşımın, ben de inatla üzerine sürüp, o hızla kafa kafaya çarpışıp en büyük bisiklet kazamı yaptım, korkusuzluğu kanıtlamak can acıtabilirmiş ezbere aldım. Kafam da yarıldı, dizim de, ayak parmağım da: Anestezisiz dikiş attırmanın acısını gel de bana sor. Ne dikiş, ne de kazalar yaşadıklarımın en kötüsü yanında hiç bir şeydi; bir gün bir at sineği sürüsünün tam içinde kaldım, saçlarımın arasına onlarcası girdi. İnsanı yay gibi geren böcekli, yaratıklı korku filmi sahnelerinden birinin tam ortasındaydım. Hayatımın bu en büyük kabusu sayesinde hala böceklerden ölesiye korkarım... Evcilik de oynadım futbol da, diken savaşı da yaptım, uçurtma da uçurdum... En güzel "bot yutan" çamuru bulup, bir güzel yoğurup sanat esercikleri de yaptım köfte de. Binalardan birinin duvarını boyumuzun yettiği yüksekliğe kadar çamurla da sıvadım, sanırım inşaat işine o zamanlar başladım. İşin kötüsü kaç sene sonra o çamur sıva hala oradaydı. Yağmurda tombul solucanlar topladım, toprak dolu bir kasede besledim, kaseyi sulamayı unuttuğumda öldüklerini görüp günlerce üzüldüm. Baharda dağlarda çiçekler topladım, yağmurda bilerek isteyerek ıslandım... Dandik bir gitar bozuntusu ile uyduruk besteler de yaptım, okey oynarken abartısız yaklaşık 20 taş da çaldım. Bu taş çalmada o kadar ustaydım ki çok uzun süre sonra sürekli kazanmam sonucu duyulan şüphe üzerine yakalandım. Kimseler inanmaz ama uzay gemisi bile gördüm. Öğleden sonra güneşin etkisini kaybetmesi ile çıktığım sokaktan gece yarıları döndüm. Ben sevgiyi, kavgayı, paylaşmayı, kaybetmeyi, dostluğu, doğayı, doğayı, doğayı... ve geri kalan herşeyi Ege'nin Manhattan gibi ışıklı santral manzaralı o dağında öğrendim. Lojmanlar şehir merkezine taşındığında ben zaten neredeyse büyümüştüm, çocukluğum ise Heidi misali hala o dağdadır... Emin olduğum bir şey var; şehir merkezi ve çocuk birbirine yakışmıyor, özgür olmalı, doğada olmalı, gitmeli, koşmalı, kaybolmalı, gerçek arkadaşları olmalı bir çocuğun.

Bu enteresan çocukluk yıllarından sonra, duruşum, motosiklet merakım, kaçıp gitmelere olan hevesim, bir yerde 3 gün duramayışım, kapalı bir yerde kalamayışımla bazen deli bazen akıllı olduğumu düşünenler oluyor, normal olduğumu hiç iddia etmedim ki. Zaten normal olduğumu düşünenler de pek normal değildi... ;)

"çocuklardık parlak yıldızlardık o zaman"

04.10.2008

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...