29 Aralık 2010 Çarşamba
Öyle bir gün
Sabah 9:05 sularında çalan telefonumu elime aldığımda gördüğüm isim, günün güzel dakikalarının işte bu kadarcık olduğunun habercisiydi. 5 dk geç kalmamdan mütevellit, telefonda çığırıp dövünen lanetlenmiş patronum, neredesin seeeen derken, ofisin kapısının önündeydim. Neyseki bir gün önce raporlu hastaydım da "kem küm ıg mıg, Saykokiller hanım eczanedeydim iğne oldum" dedim ki "eczaneler 8.00'de açılıyooooooor" feryadı ile çarçabuk "emret sultanım" moduna girdim... Evet doğru hayatım hiç kolay değil, hatta epey zor... Ah erkekler emin olun, dırdırcı bir kadınla evli olmanın ne demek olduğunu sizden bile iyi bilirim....
Cici toktor arkadaşımla yılbaşı programı konuştuk, daha önce de çağırıldığım yemekli ev partisi, ardından Nişantaşı sokaklarında ya da tekrar evde içerek, göbecik atarak, dağıtarak ve dağılarak yeniyıla girme fikrine nayır nolamaz dedim gitti bile... Elimde kadehle ritme ayak uydurmayı reddettim diyorum, anlıyor musun? Lakin sevgilisi askerde fayansları sayarken akıl fikir ve vicdan sahibi, üstelik aşık biri olarak (kendimizi yeterince övdüysek söze dönelim) şarap içip, gerdan kırarak "yuppiii yeni yıl" diyerek kutlama yapmam canımı acıtırdı sanki... Hastayım, yastayım diyerek kıvırıp, kudurmasız, sakin, çoluklu çocuklu bir aile ortamında çekirdek çitleyip, tv izleyerek yeni yıla girmeye ve asker samur otoko aradığında ona moral vermeye karar verdim gitti... Yılbaşı dediğin yılda bir, ömürde bir değil hoş, askerlik dediğin ömürde bir, olsun bu kadar, ölecek değiliz ya hatta belki güçleniriz ;)...
Şimdi fark ettim, reklamların geneli değil, şu Nar reklamı başlayınca içime afakanlar basıyor. Her akşam en az beş kere, S. Ortaç denen adamın berbat müziği her kanalda bangır bangır, sesini duymak yetmiyor, yüzünü görmek işkencesi cabası, bir de dans ediyor, bunu bana yapan reklamcıların diplomaları bir bir toplatılsın. Çaldığı mekanlara girmeyen, severek dinleyenleri sevmeyen, çıktığı kanalı kapatan, adını anmayan, ansa da kısa kesen ben, her gün her kanalda bu işkenceyi görmek için nasıl bir günah işledim, bu nasıl bir çiledir, artık alacağım varsa bile almam o aboneliği... O İnşaat firması sahibini 10 kere tercih ederim, hiç değilse durum sempatik idi.
Gelelim günün şahane olayına, düşün hayattan soğumama ramak kalmış, patronumun sesi nasıl tınlarsa tınlasın aslında bir insana ait olduğunu kendime telkin ediyorum, ateşim çıkmış, yüzüm düşmüş ki tam o karanlık esnada cici ortağım aradı, hani kurulması ihtimalini bile sevdiğim işin tek ortağı... Dedi kızım uçuşuk iş görüşmemiz var, teklif var, dedim "yihuuu!" çığlık kıyamet... Haydi hayırlısı, kendi işimizi kurma konusundaki aşamaları daha önce buralarda bir yerlerde yazmıştım o haleti ruhiye aynı gazla sadece hayallere tutunarak devam... Haftaya gidip ak koyun kara koyunlardan birine bakalım, olmazsa başkasını bulalım n'apalım. O zamana kadar kendi işimizi kurmaya şukkadarcık kalmış olduğunu düşünüp mutlu olalım, yaşasın...
İyi geceler bize,
uzaklardan benimle aynı gökyüzüne bakan Otoko için:
"senden önce hiç bir şeyin kıymetini bilmeden"
"senden önce hiç kimseyi böylesine sevmeden"
"bir tanem söyle canım, ne istersen iste benden"
26 Aralık 2010 Pazar
mektup
Az önce eve döndüm, takside pencereden gördüm, sensiz İstanbul hala aynı, ıssız ve terkedilmiş... Sıradan bir gün olsaydı seni arar haberini verirdim gelişimin, üstelik sevinçle, özlemle, hem belki karşılardın beni sarılırdık sımsıkı... Sarılmak ne güzeldi birbirimize değil mi, düşünsene sarılmışız... Ulaşılması kolayken, yakınken, sıradanken nereden bilebilirdik kıymetini. Lakin yoksun işte, açık ve net olarak, bu yüzden ben bomboş soğuk bir evin koridorunda yürüdüm az önce, sana değilse dönüşüm, İstanbul'a dönmüşüm dönmemişim kime umurunda, dönmüşüm işte neticede...
Yanımda yoksun sevgilim, yokluğun incitiyor beni, tartaklıyor, itiyor, herşey ona ortak olmuş bana zehir geliyor ve ben bu zalim yokluğa tutunuyorum sımsıkı, o varsa sen varsın çünkü, o acıtıyorsa sen dermansın, o üşütürse sen ısıtırsın, bu yüzden varlığının kanıtı yokluğuna bile gönüllü razıyım... Çok şeyler öğrendim ondan, yüzünü görmeyi öğrendim mesela gözlerim kapalıyken, kokunu burnum ezberine aldı artık ne zaman istersem buram buram, hani papatyanın kokusunu bilirsin ya onun gibi... Ve ellerim geceleri elini tutuyor uyurken, yokluğun hayallerime karışamıyor ki, sonra dönüp sarılıyorum, bakıyorum sana, uyuyorsun bildiğim gibi, tanıdık, sıcak, güvenli... Görüyorum seni...
Yalnızlığım gelip boğazıma keskin bir bıçak dayadığında açıyorum perdeyi, bakıyorum binalar arasından gökyüzüne aynı yıldızlara sen de bakıyorsun değil mi? Ben az önce geldim, geldim ama seni arayamadım ya daha bir yalnızım, kocaman evde bir kedi bir ben varım. Sonra fark ettim kii gideli sandığım kadar çok olmalmış, mesela baktım sokaktaki hamile kedi hala doğurmamış, salyangoz fırfır tutunduğu aynı yerde uykuda, hani pencerenin kenarında, saçlarım bile uzamamış. Herşey bildiğin gibi sevgilim, sadece eskisi kadar çok gülmüyorum. Hani pek ağlamadığımı söylemiştin ya, galiba gittiğinden beri fazlasıyla ağlıyorum. Gülüşlerim biraz "ayıp olmasın"cı, biraz numaracı olsa da endişelenme iyi idare ediyorum, biliyosun ben hayatı kıymıklarına rağmen seviyorum...
Şimdi gidip yanına uzanıyorum, sana bakıyorum, hastasın üşüme diye üstünü örtüyorum... Elini tutarak uyuyorum...
Seni seviyorum diyorum, fısıldıyorum... Uyanma sen, kıyamam sana...
ek: bunu yazmamın hemen ardından, şaşırtıcı derecede ani biçimde ateşler içinde hastalanıp hastelere düştüm ki, sanırım son günlerde kendimi iyi hissederek yazdığım son yazıydı...
Seninki kaç santim?
Hep birlikte, Tarım Bakanlığı'nın acilen balık stoklarının ve balıkçılarımızın geleceği adına yavru balık satışını engellemesi ve yasal balık boylarını bilimsel temellere oturtmasını sağlayalım. Yavru balık satmayın, almayın, tüketmeyin, denizlerimizin geleceğini korumaya yardım edin.
21 Aralık 2010 Salı
aradın
20 Aralık 2010 Pazartesi
seyahat ya resulullah
"Mızıklanma o'lum bizi uçağa almasalardı daha mı iyi olurdu?"
Çarşamba kargalar uyanmadan havalanında yaşanacak maceralarımız da var. Yine surat iki yana şişecek bir karış olacak, bu sefer sinir yerine korkudan saçma sapan şeyler yapılacak. Xrayli kapılarda güvenlik tepemizde beklerken, kafesten çıkılmayacak, çıkılsa girilmeyecek, 1.meydan savaşı patlak verecek, bir yandan kapıda kuyruk olmuş bekleyenlere "nih hih" diye utançla gülümsemem gerekecek... Belki yolda kaka da yaparız, çiş de, yaparız derken lafın gelişi, ne haddime, ancak o yapar ben temizlerim, hem de ne temizleme, havalanı kadınlar tuvaletinde 2. meydan savaşı.
"Merhaba, ben karın tokluğuna, yok yok hepten bedavaya, hatta müşteriyi besleyen tuvalet bekçisi..."
Bu seyatimizde aynı şeyleri yapmayacak benim oğlum, değil mi? Hı?
Tam şu anda binbeşyüzelliikinci kere izlediğim "melekler şehri"nin son sahneleri başladı, buyrun istediğiniz yerden yakın... Ah be kızım sevdiğin askerdeyken, uzaktayken, göremez konuşamazken ve daha da uzun süre bu acıtan hisle yaşayacakken, özlemden kor olmuş yanarken böyle filmler izlemek senin neyine... Seyahat diyorduk yarım kaldı... Git uyu...
İyi geceler kendime, kedime, askerime...
19 Aralık 2010 Pazar
bir resim çizdik seninle
16 Aralık 2010 Perşembe
sizde bulunmaz mı da bir kurşun kalem?
Ruhi Su... 1912-1985... saygıyla...
Erzurum dağları da kar ile boran
Almış yüreğimi de dert ile verem
Sizde bulunmaz mı da bir kurşun kalem
Yazam arzuhalım da yare gönderem (yazıp ahvalimi de dosta bildirem)
Oy beni beni de belalım seni
Satarım bu canı da bırakmam seni
Çıkarım dağlara da kurt yesin beni
Dört yanımı gurbet sardı tel ile
Yaslı yaslı bayram yaptım el ile
Göz göz oldu yaralarım dil ile
Yaramı sarmaya derman bulamam
...
15 Aralık 2010 Çarşamba
gözyaşı ve kahkaha
Telefondan sonra bunları düşünürken açtım ekşi sözlük'ü dedim askerlik mevzusuna bir tek bu sözlükte gülünür... Öyle de oldu, gözleri dolu dolu olan ben içerideki gestapo patronuma rağmen başladım kıskıs gülmeye... Kahkahalar bastırımaya çalışıldıkça büyüyor büyüyor daha şiddetli artçılarla geliyor, keyif üçe beşe katlanıyor, hafif bir yakalanma korkusu da oldu mu alınan zevki anlatmaya kelimeler yetmiyor ... Askerlik tamam zor olabilir, öte yandan görüldüğü ya da görmeden okunup dinlendiği üzere çılgın bir mevzu... İlginç deneyimler bunlar... ;)
Ekşi Sözlük demiş ki,
"Acemi asker ve komutan replikleri" aşağıdaki gibidir:
1.....................................
-asker! kimsin sen.
+selami adim komutanim.
-kunye veeeer.
+buyrun (kunyesini uzatir)
komutanına içtima alanında;
- bize postal vermiyorlar amca
- binbaşım bunları iyi eğitmiyorsunuz.
3.............................................
askerler yemek yemektedirler, yemekte zeytinyağlı barbunya vardır. komutan yemekhaneye gelir ve askerlerle konuşur;
komutan: nasılsınız çocuklar?
asker:saol komutanım
komutan:birşeye ihtiyacınız var mı?
askerlerden biri hemen atlar;
4.............................................
komutan: sen gelsene buraya.
acemi asker: ben mi?
başçavuş: emredin komtanım dicen oluum.
a: tamam.
k: gelsene lan
a: ben mi
k: evet laaaaaannn, gel buraya
a: ben arkadaşa dedinizdi zannettiydim.
k: (eller belinde, yukarı bakarak) ey güzel allahım, en kaliteli ve en hızlı spermden bu mu oldu şimdi? gel ulaaaaaaaaaaaan...
5..................................
askerliğin ilk haftası kamuflajlar biz kısa dönem acemilere daha yeni teslim edilmiştir.herkes beş dakika sonraki içtimaya yetişmek adına götünü başına geçirirken mutlu adındaki aslen mesleği bilgisayar öğretmenliği olan evli ve bir çocuklu organizmamız can tertibimiz, gömleğin düğmeleri açık botların ipleri yanlardan sarkık pantolonun içine iki tane daha mutlu girebilecek bir pozisyonda başımızda bekleyen halil üsteğmenin yanına yaklaşır o enfes sorusunu havayla temas ettirir:
-nası komutanım? yakıştı mı?
hayat durur.sesler kesilir.kafalar o yöne döner.zaman durur adeta.ben o esnada bildiğim tüm arapça duaları latin alfabesi şeklinde zihnimde tercüme ederken halil babanın iç ferahlatan sesi duyulur:
-eheh yakışmış yakışmış...
6................................ bu süper...
dönemin gereklerinin ortaya çıkardığı süreci iyi idare ettiğini düşündüğüm ama günümüzde yıllar süren atatürkçülük ve inkılap tarihi derslerinin ezberden başka bir anlam ifade etmeyen içeriği haline gelmiş altı maddedir. 11 yılın üstüne üniversitede bir yıllık yök dersini de koyarsak içeriğini bilmeden klişelerini papağan gibi ezberlediğimizi anlayabiliriz.hatta askerde de derslerde anlatıldığı ve askerlerin sınava tabi tutulduğunu anımsar ve sıkıldıkça sıkılabiliriz. her denetlemede en kritik sorular atatürk ilkelerinden gelir hep ezbere cevaplar vardır:
albay: söyle oğlum atatürk ilkelerini!
er: atatürkçülük! laiklik! milliyetçilik! halkçılık! ırkçılık!.
son maddeyle birlikte derin bir acı kaplar içimizi. kısa dönem er yılların getirdiği tortuyla, atatürk milliyetçiliğini ırkçılıkla karıştırmamak lazım uyarısını atatürk ilkeleriyle karıştırmıştır. albay hoşgörülüdür ama racon gereği kükrer:
albay: ver oğlum numaranı(sicili kastediyor)
er: 0532.....
albay (kahkahasını tutarak): onu değil oğlummm!
er (korkudan bayılmak üzere titreyerek): 0212...
albay: lan onu da değilll.. puhahahahaaa..
er (bölük yıkılırken ağlamaklı): dükkanın numarasını mı vereyim komutanımmm...
7....................................
komutan sabah ictimasina cikmistir. tyler durdane henuz daha 3. gunundedir.. komutan yaklasir:
t.d: gunaydın komutanım
kt: ?.. gunaydın
t.d nin badisi m.d. olayı farkeder...
m.d: oglum napıyosun, komutana gunaydın mı deniy? (m.d r leri diyememektedir)
t.d: denmez mi oglum, o da insan...
m.d: iyi oglum sen napaysan yap be...
8...............................
komutan: kimlerin ehliyeti var?acemi askerlerden ehliyeti olanlar "komutana şoförlük yapacağım" düşüncesiyle karşılık verirler.
komutan: ehliyeti olanlar, şuradaki el arabasıyla kumları taşısınlar.
9...............................
komutan: kolay gelsin!
acemi asker: emredersiniz komutanım!
10................................
içtima düzenine geçip komutanın gelmesi beklenirken askerler kendi aralarında konuşmakta, ufak tefek şakalaşmaktadir.birden içtima alanına doğru gelen bölük komutanı gören askerlerden bir tanesi " hişşşt adam geliyo " der ve herkes susar:
- kim lan o adam geliyo diyen?
- benim komutanım
- ben adam mıyım lan?
- euu, kem küm...
- söylesene lan adam mıyım ben?
- evet komutanım
- s. git lan it herif. koskoca bölük komutanıyım ben.
11...................................
- seni kim gönderdi buraya evladım?
- idris bey efendim
- idris bey denmez oğlum, idris yüzbaşım diyeceksin, bana da efendim deme
- peki abi
12....................................... adam seçmek için iyi fikir
tamamı kısa dönemlerden oluşan acemi birligi. henüz ilk hafta.
uzman cavus: aranızda ehliyeti olan var mı?
acemi askerler: evet
uzman cavus: aranızda mercedes kullanan var mı?
acemi asker: evet komutanım.
uzman cavus: tamam simdi kosa kosa revire gidiyosun ası baslamıs mı öğreniyosun. giderken de dikkatli git carpma bir yerlere.
13.....................................
asker: hapşuu!
komutan: çok yaşa!
asker: emredersiniz komutanım!
komutan: "emredersiniz!" denmez evladım, "sağol!" denir.
asker: emredersiniz komutanım!
(aradan bir yarım saat geçer...)
asker: hapşuuu!
komutan çok yaşa!
asker: sağolasın.
(böyle de level atlanmaz ki be canım kardeşim, sümüklü piyadem benim. sen çok yaşa e mi.)
14................................
eğitimde öğrendiklerini uygulamaya koymaları şiddetle istenilen acemi askerler, kantin önünde ellerinde çay poğaça sohbet etmektedirler. aniden yanlarına yaklaşan komutanı görüp panikler ve selam vermeye çalışırlar. bu esnada aralarından biri sağ elinde tuttuğu çayı kafasına götürür.
komutan: ne o lan! kadeh mi kaldırıyosun.
15.....................................
250 kişililk yat içtiması koğuş koridorunda alınıyordur. yoklamanın ortasında koridordaki ankesörlü telefon çalar, komutan açılmasına müsade etmez. iki dakika geçer, tekrar çalar, komutan hadi açın der. 250 kişi pür sessizlikle telefona bakar, elemanın biri telefonu açar ve;
16......................................
asker: komtanım bugün açıklama yapmışlar askerlik düşüyomuş doğru mu?
-ben de! ;)
14 Aralık 2010 Salı
özlem, limewire ve download...
Ah efendim, sevgilim, ah benim askerim öyle uzağa gittin, öyle ücraya, telefon bile haram oldu, bu bir sınavsa biraz ağır oldu. Bugün o tek ve kısacık, bir cümleciklik "ben iyiyim"le yetinemeyeceğim kadar özlemimsin... Sarılmalıyım, sarılmalısın, öpmeliyim, öpmelisin, gülmeliyim, gülmelisin, tutmalısın elimi, girmeliyim koluna ve hatta yeterki olsan da kızdırsan beni, kızsam sana... Neyse, iyisin ya...
Bak, tam şimdi şu anda, tv'de bir kanalda birlikte çılgına döndüğümüz Kotor... Bak işte o sokaklar, meydanlar, hani seninle koşarak gülerek, sevinerek gezdiğimiz, mutluluktan, heyecandan yerden yükseldiğimiz... Tepeye çıkmıştık, yosun kaplı karanlık sokaklara bayılmıştık. Hani makineyi kurup uzağa, birbirimize yalvarır gibi pozlar vermiştik... Ben risotto yemiştim sahilde, sen midye, şarap içmiştik... Bak işte içine daldığımız, pek de beğenmediğimiz kilise, bak bak kiliseye girin diyen adamın önünde durduğu otelin kapısı, spiker o kapıdan içeri daldı, kahvaltı dahil 90 euro imiş gecelik konaklaması... Bak benim önünde poz verdiğim çeşme... Ah keşke orada olsaydık yine seninle... Anlayacağın sen yokken, bak işte TV'de bile seni izliyorum ben...
Tüm bunların dışında sana bugünümü özet geçeyim sevgilim...
Olağan rutinleri bir kenara bırakırsak, olanlar:
Mp3 indirdiği Limewire'ın kapatıldığını senin sivri akıllı sevgilin yeni anladı... Halbuki son zamanlarda 3 kere açtıysa üçünde de bağlantı kurulamamıştı... Araştırma yaptı, bir kaç forumda Bearshare pek övülüyordu açtı, ayıcıklı amblemi antipatik bulsa da kurdu. Program tam kuruldu ki başka forumlarda "amman trojan girer, amman kurmayın bidibitleriniz dıt olur" feryatlarını gördü, durur mu, çok korktu hemen sildi. Sonra baktı ki Ares için övgüler düzülmüş, methiyeler yazılmış ama temkinli, baktı şikayet eden yok, emin olunca kurdu... "Aman pek de şıkmış, ciciymiş bir şarkı indireyim de deneyeyim şu afilli programı" dedi, ama o ne, ekrandaki şıklar demez mi ki "ya paranı ya canını". "Eeiiih" dedi senin sevgilin, "para vereceksem gider koklaya koklaya raftan alırım sana mı kaldım ares" , giderken de "şşt bana bak Zeus arkanda!" dedi, güldü "ahahaha" yaaa... Hata bende, insan dediğin savaş tanrısına güvenir mi? Tam o sırada, forumlarda önerilen bir başka ismi hatırladı, üşenmedi Emule'yi de kurdu sevgilin, sonra onu da kullanmayı beceremedi, bir türlü bağlanamadı, bir de sağda solda nedenini araştırdı, meğer modemde port açmak lazımmış, "hadi ordan" dedi Emule'yi de bir çırpıda acımadan sildi... Limewire'i özledi ama asla seni özlediği kadar değil...
Sonra baktı ki bu iş boy vermiyor, senin bu sevgilin çetesine mail yazdı, dedi bir elimden tutun perişanım... Biri çıktı, ama sadece biri, diğerleri fos çıktı, dedi Vezu... Senin saf sevgilin sevgilim, Vezu'yu önce vize anladı, akabinde üniversite yılları geçti kısa metrajlı film olarak ve bir ürperti yayıldı damarlarına, neyseki bu bir kaç sn. sürdü, aklı başına gelince indirdi Vezu'yu... Pek sade, pek zarif program, gel gör ki mp3 için kullanışlı çıkmadı... Film indirmek istersek artık yararlı bir programımız var ama diğeri hala yok. Kısmet, yarın yine benzer girişimlere devam... Yukarıda kısa olacağını iddia ettiğim özetin uzun olmasının akabinde, bugün yaptığım işleri daha kısa özetlemek gerekirse:
- Limewire ile uğraş, sil
- Bearshare yükle, sil.
- Ares yükle, sil.
- Emule yükle, sil.
- Vuze yükle, sil
Yani: yaşasın "denetim masası", yaşasın "program ekle kaldır". Yihhhuuu!
Eli yüzü düzgün program bulursam, bütün interneti indireceğim kesin...
Sevgilim seni de Erzurum'dan buraya download ederim belki... Kanımca bu kadar uğraşılan program onu da yapar...
iç ses notu: aaa "kanımca" dediiiim.... :)
sevgiler asker,
özleniyorsun çokça, download ol buraya... ;) (bir dahakine kalp resmi bulucam)
12 Aralık 2010 Pazar
yine gittin
Kalbim telaşlı bir sincaptı, tek sahip olduğu sendin, atladı koştu peşinden... Yine aynı 30 metre, yine aynı kırmızı bantlar, o bantlar ki kestirdim gözüme, bir makaslık canları var seni benden ayırdılar... Erzurum'a kadar arkandan bakardım, olmasaydı aramıza giren o duvar ve şayet bilebilseydi sevgimizi neme bulanır aşağıdan yukarı yosun yeşiline bulardı belki kendisini... Kapatıp gözlerimi salona yürüyüşünü seyrettim sen bilmeden, uçağa binişini, oturuşunu koltuğuna ve bekleyişini, gözlerimdeydi her soluk alışın ve hala kırmızı bantların oradaydım, gitmedim... Son bakışını cebime atıp, evrende kalmış son zerre misali boşluğa savurdum kendimi... İstanbul soğuk, ısıtan sen miydin?... 6, 12'den küçük diye tek tek, incecik ve güçsüz kürdanlardan evler gibi, teselliler inşaa ettim... Ortalık fazla sessiz, sesle dolduran sen miydin?
Erzurum'un kışı pek olurmuş, sıkı giyin, üşütme asker...
Ben aynı yerdeyim, her zamankinden daha çok seninleyim asker...
Sevgiler...
.
ipekböcee
10 Aralık 2010 Cuma
ohohoho hooo, ahahaha haaa...
Ohhh sefamolsun, keyfim boy vermiyor...
Otoko geliyor çekilin çekilin şöle durmayın yol ortasında...
İstatistik denen şey...
9 Aralık 2010 Perşembe
Rayting Tanrısı Kurban İstedi
Yumurtalı Badem Tarifi
Evde yiyemediğiniz, boğazınızdan geçmeyecek tatsızlıkta her şeye yumurta kırmayı deneyin çok süper olacaktır... Foreksempıl: ton balığı...
Afiyet şeker ossun, yarasın.. oh mis... ;)
6 Aralık 2010 Pazartesi
Aradın
İki görüşme arasında, bir sonrakinin umudunu ateş diye yakıp ısınanım...
4 Aralık 2010 Cumartesi
selam sana 300başı...
sevgiler asker... ;)
3 Aralık 2010 Cuma
Gittin
Dönüyorsun soluna doğru, yükseliyorsun parmak uçlarında hafifçe, kapılar, xrayler ve kırmızı bantlar ardında belki 30m uzağında duranlara el sallıyorsun. Bakıyorum sana son kez, yüzüne bakıyorum, ellerine bakıyorum, ne güzel gülümsüyorsun... Ben de yükseliyorum parmak uçlarımda, ne kadar yükselirsem o kadar iyi, ne kadar yükselirsem o kadar yaklaşırım sanıyorum... Son kare: annen ardından bakıyor, ben ardından bakıyorum, kardeşin bakıyor, 3 çift göz "gitmeseydin" diyor, "olsun bu da geçer" diyor, ben ağlıyorum ama gülümsüyorum da, uzaktan yaşlar görünmez nasıl olsa... Ve seni son gördüğüm o yerde kalıyorum.
Kadıköy iskelesi:
Sen gideli bir saat olmuş, Beşiktaş vapuru senelerin ustalığı ile yanaşıyor iskeleye, insanlar koşuyor, insanlar biniyor ben binmek istemiyorum. Islanmış gözlerimi saklıyorum mendil satan çocuktan. Demirlere dayayıp dirseklerimi, bir sigara yakıyorum içinde olmam gereken vapurun ardından. Işıklar, deniz, mekik dokuyan şehir hatları, yanmış Haydarpaşa garı... Haydarpaşa'ya ağlıyorum, Haydarpaşa bu aralar çok yalnız olmalı...
Beşiktaş:
Ev dediğim yer benim olmaktan ne zaman çıktı şaşırıyorum... Kapının önünde terliklerin, yatağın üzerinde pijamalar, yokluğun öyle doldurmuş ki evi seninle, her zamankinden daha çoksun, her zamankinden daha yakın... Terliklerini giyiyorum... Yine senin ayak sesinle doluyor koridor...
Bugün:
Sensiz ilk günümde işe gidiyorum, eve dönüyorum, yanımdan arabalar geçiyor, galiba insanlarla konuşuyorum, markete uğruyorum akşam, alışverişin sadece kendime olmasına içerliyorum. Sevdiğin şeyleri almak istiyorum, telaşla eve gidip senin için yemek yapacağımı hayal ediyorum, senin için yemek yapmak istiyorum... Eve geliyorum, aramanı bekliyorum epey zaman, arıyorum ismini, "aradığınız kişiye ulaşılamıyor" diyor bana acımadan, insan biraz olsun yumuşatarak söyler, aksinin imkansızlığını biliyorum ve tuhaf geliyor denemeye kalkışmam... Arar diyorum ankesörlü bir telefondan, mutlaka arar, telefon susuyor, ben susuyorum, yalnızlık boğazımı düğümlüyor, sesini duyamamak küstürüyor beni bir şeylere, içerliyorum durduk yere sebepsiz... Hiçbir şeye gitmiyor elim, kendimi nereye koysam batıyorum. Her yer diken herkes yabancı... Sonra ilk gün ve mutlaka yüzlerce asker, her yerde kuyruklar olacağını nihayet akıl edebiliyorum... Telefon kuyruğunda ağaç olup kurtlanacağına, aramasın tabii diyorum... Sana üzülüyorum bu defa, yorulmasın diyorum, kendimce bulduğum aramama sebebinin elinde olmayan niteliğine biraz da seviniyorum, o ufak sevince vicdanımdan topladığım taze azabı serpmeyi ihmal etmiyorum... Teselliyi kendim yapıyorum yokluğunda, görüyorsun... Ardından sesini bana çok gören düzene kızıyorum bir süre. Uzun uzun kızgın kalamıyorum, gücüm yok, lakin özlemden başka duyguya yer bulamıyorum .
Çevremde dönen tabloya eşlik ediyorum böylece ve el salladığın anda asılı yaşıyorum. Ben tam o anda, orada sana el sallıyorum hala, yüzüne bakıyorum senin 30m uzağında, gülümsüyorsun, gülümsüyorum...
30 Kasım 2010 Salı
Biliyorum olacakları...
Öksüz yapraklar bileklerime sarılacak sen diye
Ve yağmur üşenmeden arayacak seni her pencerede
Sokaklar boşalacak sen gidince
Arnavut taşları damla damla atacak kendini
Ateş böcekleri sönecek ormanlarda.
Beyaz bir kış gelecek sonra,
Kömür bakışlarında özlem
Sen gidince, biliyorum olacakları,
Güneş her sabah gittiğin yerden doğacak
Bahar gittiğin yerden gelecek buralara
Dün gibi olacak sana el sallamam
Asır gibi olacak sarı ve yeşil yapraklar arasında geçen zaman.
Kadehim hep adınla vuracak masaya
Bir şiirle yaşlar akacak
Belki bir kaç şiir...
Yaz gelecek yokluğunda,
Su kenarlarında kayalar tutuşacak hasretinden
Çocukların ellerinden dondurmalar akacak
Deniz, ismini öğretecek kıyılara
Bir kaç yolun çizgisi sürülecek seni düşünerek,
Yolların çocukları mavi motoru arayacak.
Yol yorgunu mektuplar düşecek kapıya,
Telefonlar sessizlik yemini edecek.
Filmlerin hepsi sıkıcı.
Derken sonbahar gelecek yine,
Yapraklar sabırsız atlayacak peşimden
Seni sorarak koşacaklar ayaklarım dibinde
Sahipsiz bir heyecan saracak şehri
Bir şarkı tutturacağım en keyiflisinden
Belki bir ayakkabı
Biliyorum olacakları:
29 Kasım 2010 Pazartesi
Biliyorum bir elin 5 parmağı kadar bile değil ve biliyorum 4, küçük küçücük, kısacık ve az ama küçük düşlerimi acıtacak kadar büyük, "sayılı gündür geçer"lere kolay yem olacak kadar ucuz... Ardına alacağı 365 güne hazırlıksız bırakacak kadar zalim...
13 Kasım 2010 Cumartesi
Şarkımızın konuyla alakası yok elbet, sonundaki oh oh oh kısmını söylemek tam da böyle zamanlarda pek keyifli...
Bavul topluyorum a dostlar, onu mu alsam bunu mu, ya çok soğuk olursa, peki ya sıcak olursa, al hepsini, trekingleri al kızım yürürsün, şıkıdımları da al ama süzülürsün... Aaaa dur dur ayol 1 tanecik olsun etek olmadan şurdan şuraya gitmem, at çantaya... Samur tüm bunları görmeden bavulu kapatmalı, " yahu bi' sırt çantası yeterdi" derse, "amaaıın yarısı boş zaten" derken bir yandan da sırıtmalı.... Bavul tamam, peki ya bu yavrucak, ne zaman bavul ortaya çıksa içine girip oturuşunu görünce bakar kalırım, sonra sevincim de kursağımda taş olur... Benim seyahat neşem onun yalnızlık çilesi, ah benim paşam... Bu yüzdendir ki her yolculuk öncesi olduğu gibi evde dağ taş mama, her yer su kabı, sanarsın kedi cenneti...
Öyle ya da böyle bu evden bu gece bu kız gider, tutmayın beni tatil geldi, bir süre sonra uzun uzun özlemeye yollayacağım samur ve ben, büyük ayrılıştan evvel büyük büyük vakitler elele olacağız...
Döndüğümde neşeli, fotoğraflı bir gezi yazısı da yazarım elbet, elime mi yapışır...
oh oh oh oh!!! :))
12 Kasım 2010 Cuma
kafam bozuk!
Tırnaklarımın kenarındaki etleri yedim, çirkin oldu... Bir galon su içmişim, niyeyse dilim damağım kupkuru, o değil asıl mesele, tuvalete gide gele seramikler eskidi, kafam bozuk. Efkarlı bir Zeki Müren şarkısı tutturasım var, sözleri ne yaptımsa aklıma gelmez, ah efkarım bile yarım, kafam çok bozuk... Bilgisayarın fanı ııııının ıııııının ııının yapıyor, şimdi farkettim, ürperdim ense kökümden, bak bak bak tüylerim diken diken, sanki oldum tavuk. Bu bir işaret desem, uzasam ofisten güzel olur... Onun yerine bu fon müziğinde c vitamini içiyorum, sağlık için, uzun yaşamayı hedefliyorum lakin, yine de kafam bozuk. Turuncu silindir kutusu, alüminyum sargıları var, senelerdir aynı bu vitamin kutuları çok sıkıcılar ve hala çoz diyorlar suyu görünce... "Çozmuş!" Sigaranın zararlarından yırtıcam güya bu "çoz" sesi ile. Aslında bırakırım ben istesem de efkar bi' bıraksın eteğimi hele. Kendime attığım yalanları dizsem, buradan Üsküdar'a tüp geçit olur, yahu biri de beni doğrucu çıkaraydı be! Hani hep doğru söylersin, sonra bi' kerecik yanılırsın, yapıştırırlar yalancı mührünü... Benimkilerden biri de doğru çıkaydı ya hasbel kader... Kendime attığım yalanı piyasaya atsam, neydi o çiroz dolandırıcının adı, hani meşhur, belki o bile kabasına vura vura topuklarını kaçardı benden... Ama yok ben hep kendimi kandırıcam, bir de kedimi, çünkü o küçük şeylere inanıyor, onun tanrısı da eminim küçük, hemen geri dönücem sanıyor dışarı çıktığımda, uyuyor kalkıyor, kapının önünde oturuyor, üzülüyor eminim, bekliyor nitekim. Kedim gibi hep bekleyenlere üzülüyorum. Bir de üzüldüğünü düşününce üzlüyorum annemin, sevgilimin, kedimin... Az önce küçük dedim de aklıma geldi, ben eskiden okula giderdim. Şimdi işe gidiyorum, kimse bana bir şey öğretmiyor, para veriyorlar sadece, halbuki ben bir sürü şeyi bilmiyorum. Çocuk olsam para yetmezdi biliyorum, her dediklerini yapsam da sürekli "peki ne zaman oyun oynicaz" derdim ve kafam bozulurdu kimse oynamayınca, kafam bozuk... Ben sevgilimden uzakta kalıcam, yakın zamanda, çok uzun zaman, sesini bile duyamayacağım istediğimde, kafam bozuk işte. Masamdaki karton takvimle kesişiyoruz ilk kıpırtıda davranıcaz silahlara; o zamana, ben atık kağıt kutusuna... Kafam bozuk.
Bugün tutunacak bir yerini biliyorsam da hayatın, gittim kırdım filiz vermiş taze yerinden, kafam bozuk...
10 Kasım 2010 Çarşamba
diz elden çekilin bakiim!
8 Kasım 2010 Pazartesi
üşüme diye...
Tatil gelüüür hoş gelüür ley ley lümlüm ley!
Büttün dünya buna inansa bir inansa, hayat bayram ossaaaaa!
ben kalender meşrepim oh oh, güzel çirkin aramam, amaaaan!...
Kızım bu hafta son, sonra tatil tam 1 hafta. Bir hafta demek ne demek biliyor musun? 5 gün artı 2 haftasonu yani 4 gün, tamı tamına 9 gün, hoy larilarila heeeey hey!... Lanet patron yok, sabah erken kalkmak yok, gezmek tozmak, yemek içmek semirmek var...
"Allahım ne kadar da mes'udum."
kaygılı not: durun, sakın bana pazartesi yarım gün çalışıcaz demeyin!
5 Kasım 2010 Cuma
24 saatin multi-pozitif anıları...
Patronumun koridorda ileri geri ayak sesleri eşliğinde, hala bitmedi mi geç kaldık feryatlarına rağmen, çizimlerin bir türlü çıkmayan çıktılarını ermiş insan sakinliği ile alabiliyorum... Bu iş yerinde sabır taşı oldum, sukunet edindim, ermişler divanına yaraştım, huuu... Dilekler ve çaput bağlamak için, köşeyi dönen sıranın sonuna geçebilirsiniz. Karışıklık olmasın lütfen, kaput değil çaput. İlle de kaput bağışlamak isteyen varsa, azıcık daha az yesin biriktirsin aracın geri kalanı ile getirsin, rica ederim.
Toplantıda, çocukların bile aklına gelecek kadar basit fikirleri "bakın bakın ben ne düşündüm, hehe ben düşündüm" diye gururla söyleyen buldumcuk insanları gülümseyerek ve sanki çok yaratıcılarmış gibi gaz vererek dinleyebiliyorum. İçimden salaksınız dedim, evet dedim. Beni sevdiler...
Metro, otobüs gibi araçlara pek binmediğimden, (burjuvazilikten değil, işim evime 3 adım olduğundan) bir şey fark ettim, metroda herkes birbirini kesmede... İş çıkışı ve iş gidişinden başka zamanda kadın görmeyen halkımız piyasayı metrolara taşımış... Yorgunum, bitkinim, asabiyim, o kestiğin bıçağı etinle söker alırım, buradan fırlatır kaşların arasından vururum, senden trenlere makine yağı yaparım cümlesini sesli söylemiyor, kafamı çevirmekle yetinebiliyorum...
Yorgunluktan bittiğim ve eve kendimi devrilerek attığım, erkenden yatarım hayalleri ile yumuşadığım anda "hastayım" diye mesaj atan sevgülüme mızıklamadan tekrar giyinip koşarak gidebiliyorum, yine olsun yine giderim, hastasıyım... :)
Sabah sabah yersiz kaldığım vapurda yayıla yayıla oturduğundan mütevellit, "biraz sıkışır mısınız" dediğim ama bir kaç dakika suratıma suratıma gelen mel bakışlarla karşılandığım, kendisini takım elbiseliyim adam oldum sanan ama belli ki okuldan yeni mezun velede kızsam da çaktırmadım. Laptop çantan sağa atılmış, sol elde kahvenle ve beyaz yakandan aldığın güvenle kalabalıkta 2 kişilik yer işgal ederim sanıyorsun ya o iş öyle değil bir kere, yarın bakkallara imrenerek bakacaksın, bekle hele iş dünyası kıçına iki tekme atsın... Gittiğin yoldan dönüşteyim yavrum ben, çeykşele!
Sabah ofise 30 dk erken gelerek, cezeevine bilerek isteyerek en erken giren olarak, herkes için çay bile demledim...
Uykum var, öyle böyle değil...
Çok pozitif bir insanım, öyle böyle...
nameli not: "Hayat fena bir şey olmazıdı,
Sabah erken kalkmak olmayaydı..."
3 Kasım 2010 Çarşamba
beklenir elbette seve seve, sadece...
Bilmediğin hallerde geri gelişindeki belirsizliği beklemek mi?
2 Kasım 2010 Salı
amaaan doktur derdime çare...
---> Yalnızlar aile hekimine gidemez, önce aile kurun öyle.
---> Her seferinde ailecek hatta belki sülalecek mi gidilmeli?
---> Özellikle psikolojik bir konu bu, evet psikopatız toplumcenek, birer birer yetişemiyor devlet, ailecek belki 15-20 yıla, eh işte.
---> Aile hekimi aileden bir doktor demek, bizim ailenin hekimi dayımın baldızının görümcesinin oğlunun karısı Esra. Aslında göz doktoru ama biz böbreğimizi bile gösteriyoruz valla, bunun gibi bişi işte bu yeni uygulama da... Tanışmayan aile bireyleri kalmışsa onlar da tanışsın, herkes kendi ailesi içinde kendi sağlık sorununu çözsün diye. Bulaşmayın sgk'ya diye. İyi bişe tabi, yapmadığımız şey mi, değil!
Aslını merak eden google'da baksın neymiş, kimmiş, ne yaparmış. İşler yolunda giderse iyi bir şey, gitmezse de uydururlar canııııım sen de, dert ettiğin şeye bak!...
28 Ekim 2010 Perşembe
yok arkadaş ben demem
27 Ekim 2010 Çarşamba
kendim için
Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
Herşey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.
Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak
Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut dövüşerek
Geyikli geceyi kurtardık
Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden
Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ay ışığı
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli...
Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.
Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar teoriler ışıtamaz yanını yöresini
Örneğin manastırda oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltuk altlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında...
Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı...
Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk.
Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ay ışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayak ucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum
Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.
Turgut Uyar
26 Ekim 2010 Salı
Modern Macera
Sergide görülebilecek, bir H. Çağlayan çalışması
Asıl gidilesi sergi Hüseyin Çağlayan, ilginç olduğu kadar takdir edilesi deneysel bir modacı, hem film hem de moda çalışmalarını sevdim, üstelik onun işlerine "yapabilirim" bilmişliği ile de bakmadım, bakamazdım. Benim (sıradan) bakış açım önemli mi bilmem ama çalışmları etkileyici idi... Adam elbiseyi demir tozuna bulayıp toprağa gömmüş sonra çıkarmış defilede kullanmış, 40 sene düşünsem aklıma gelmezdi. Değişik olmuş, evet kesinlikle deneysel çalışma olmuş, fakat benim aklıma ilk gelen "bu tozlu kirli şeyi kim giyer şimdi" olunca sanırım sihir bozuluyor bir nebze. Sanatçı zarafeti ile elimi çeneme alıp "hmmm enteresan, modadaki bidi bidi akımı ile tırıvırı düşüncesinin toplumsal fiktiriğe ilginç bi tepkisi aslında bu" türünden bir yorum yapamayacağım içindir, giyilir giyilmez, güzel, çirkin, ah çok yaratıcı, çok sıradan diyorum hiç istemesem de, utancımı da cebime atıyorum evde çıkarıp bakarım diye... Parlak yorumlarım olmasa da en azından farkındayım durduğum yerin. Bu da bir bilinçtir, bir şeyler farkındalıkla gelişir diyerek kendimi ve de benzerlerimin oluşturduğu toplumu teselli edebiliyorum. Hatta bu yüzden kendimle ne çok övünsem azdır... Az övündüm zaten, mütevazi biri sayılırım.
Sergide gezmenin en kötü tarafı ayaklarınızın sanattan anlamaması, aslında çıplak ayak gezilmeli sergi, arada oturup parmaklarını ovuşturabilmeli insan. Hatta aralara, içinde su olan, minik havuzcuklar yaparlarsa vallahi sanatsever bir toplum olur çıkarız: "Yetkililer sesimi bi' kere de duyun ya!"
Sergide gezdikten sonra kafede sıcak çikolata için, iyi yapıyorlar aferim, sanatsal yorgunluğunuzun yükü altında ezilmiş bireysel ayaklarınızı yumuşatmak için girişilmiş bir eylem olarak işe yarıyor (yorum yapamam mı sandınız! hahhayt). Neskuik değil gerçek çikolata tadında ki bu zor bulunuyor artık. Cheesecake yemeyin.
Çıktığımızda askerler, polisler, tv kanalları... "Hah sonunda yakayı ele verdik" dedik ki, devletimizin başı Body World's sergisine gelmiş diye duyunca rahatladık, o varken bize bir şey olmazdı netekim. İçeride sergiyi gezen sıradan vatandaşa azıcık üzüldük. Devletin başı bakarken çevresindeki ekip de (tahmini: koruma, danışman, polis, asker vs.) aynı body'e bakacağından en az 5m'lik çap içerisinde rahat hareket engellenecektir ki bu, paranla rezil olmanın bir başka boyutudur diye kurduk, ama belki de öyle olmamıştır, belki de yalnız gezmiştir sergiyi, belki de şaha gelmiş daha bir görünür olmuştur body'ler, kimbilir...
Karaköy Bankalar Caddesine de gitmişken bir baktık, özlemişim o karamsar dev binaları. Çakma İspanyol merdivenleri de aynen yerinde, ama eskiden bir sürü kedi olurdu basamaklarında, şimdi sadece bir tane görebildim, belediye cevap versin: kediler nerede? Arka sokaklarda ise çok güzel eski binalar keşfettik, teeeğ 1300'lerde Cenevizliler yapmış, ama ne "su samurum" ne de ben fotoğraf makinası almayı akıl edemediğimiz için belgeleyemedik. Korunamamasına vahlandık, dövündük, Kadıköy vapuruna yollandık.
Pazar kahvaltısını Karaköy'de yaparım sananlara duyurulur, tüm mekanlar hınca hınc, özellikle her iki Namlı. Geriye börek çörek seçenekleri kalıyor, bilin de gidin, sonra üzülürsünüz.
Hüseyin Çağlayan hakkında bilgi için fotoğrafına tık diyin... ;)
25 Ekim 2010 Pazartesi
Bu kadını seviyorum: Lhasa de Sela
18 Ekim 2010 Pazartesi
haydi iş kuralım...
1 Ekim 2010 Cuma
30 Eylül, Arena, Ozzy!
23 Eylül 2010 Perşembe
bronz madalyamı verin çabuk!
2-3 Anadolu yakası tecrübemle yaptığım, çıkış-varış ayarlı zamanlama hesapları, okulların açılması ile suya düştü. Olimpiyatlar 100m koşusunda vatana madalya ile dönebilecek hızla yetiştiğim vapurda yeni bir dönemin başladığını anlamam uzun sürmemişti. Yine de hiç değilse kaptanın vereceği bir plaket ile ödüllendirilmeliydim.
Bugün tedbirli olacaktım, bu sefer no panic! no running! Asla elime geçmeyecek bronz (bknz. mütevaziyim) madalya için nefes nefese kalmayacaktım: ne kadar ekmek o kadar köfte... Hah, aldığım dersin hakkını verdim, elimi kolumu sallaya sallaya 8.15 vapuruna yetiştim, zamanlama mükemmel. Hesaplar kayda alındı, gerisi zaten kolay, Beşiktaş'ta hemen çıkışta bir taksi-dolmuşa bakar... Taksi dolmuş diye bir kavram çıkmış, onu da yeni öğrendim, bildiğiniz taksiler 4'er 4'er aldıkları insanlar ile dolmuşçuluk yapıyor, sanırım kaçak. Bakalım daha neler öğreneceğim.
8.45 Beşiktaş: Kahpe felek!!! Kader Anadolu'dan Avrupa'ya geçenleri ya da belki de sadece beni sevmiyor olmalı, her zamanki taksi dolmuşların yerinde bir polis motoru, ortalarda ne dolmuş, ne "sıraya girin, binin, durun, hoop arkaya" diyen adam var, olsun biraz bekliyeyim, belki gelir...
5dk sonra, polis buradayken asla o dolmuşun gelmeyeceğine ayılma anı. Harbiye dolmuşuna koş, hayır hayır kuyrukta 150 kişi var, taksi, taksi bul çabuk! Taksilerin hepsi mi dolu olur, boş olan da beni beğenmedi, püf!... Evet geç kalıyorum, şimdi zamanı: panik! "Hepimiz bu lanet yerde ölücez!" Sonunda spontane gelişen C planı, öğrenciliğimin 30M'si derdime yetişiyor, rötarlı ve yine telaşlı da olsa işteyim... Hesapları yeniden yapıcaz, polis faktörü katsayı olarak işleme dahil edildi, 30M "C" planı olarak kayıtta... Yapılan kamu oyu yoklaması ve istatistik raporuna göre, Kabataş denen bölgeden geçiş alternatifi için cesaret toplanacak ve elbet bir gün denenecek... Oldu bu iş!
İyi günler!
22 Eylül 2010 Çarşamba
fotoğrafın dili: gider iken...
Kış yeni bitmişti, çiçek desenli kıyafetleri ile yollar en güzel kokularını sürmüş, kollarına koyun sürülerini almış, üzerlerinde açık mavi parlak bir örtü, kıvrılıp uzanmış onları bekliyordu... Erkenden yola çıkılacak, feribota doğru nefesler tututalarak bu şehirden kaçılacaktı. Dağların uğruna heyhat, Eskihisar’a kadar onları canından etmeye yeminli E5 yolunun kahrına bile seve seve katlanılacaktı. Feribotta kötü tost ve acı çaydan ibaret, kulağa pek yavan gelen kahvaltının, aslında nasıl eşsiz lezzetler taşıdığını, büyük ihtimalle, onlardan başka hiç kimse bilmeyecekti... Hatta bir köşede, kaçak yakılacak sigara ile küçük bir macera bile yaşanabilirdi. Yalova iyice yaklaşıp, en önde park etmiş motorlarına doğru yürürken hiç kimse onlar kadar heyecanlı, onlar kadar mutlu ve huzurlu da olmayacaktı... Diğerleri arabalarına binecek, kapıları gürültülü ile kapatacak, gerilerden bir çocuk ağlaması, bir kamyon böğürtüsü duyulacak, motorlar birer birer çalışırken telaş ve egzos kokusu feribotu dalga dalga saracak, derken klimalara davranılacak, menfezlerden üfleyen havayı soluyarak ve ne çiçek kokularını, ne rüzgarın sesini, ne yolu ne de yolun olanları sahiplenmeyerek, radyolarından ara sıra gelen cızırtılı sesleri dinler gibi yaparak varmak istedikleri yere hızla yaklaşacak, feribot iskelesinden de aynı hızla uzaklaşacaklardı. İnmeyi beklerken, geride kopan tüm bu kıyamete kör, sağır kalmanın sırrı, en önden ilk inecek olduğumuzu bilmenin rahatlığı mıydı, yoksa çiçekli yolların hayali mi?
Bense feribottan uzaklaşırken sımsıkı sarılacaktım ona, rüzgar gözlerimi yaşartacaktı. Yollar bizi aldıkça yüzümüze vuran kokularda çam, çiçek, toprak birbirine karışırken baharı getirenin tutku olduğundan neredeyse emin olacaktık. Her manzarada dürtecektik birbirimizi “bak, bak ve sen de gör” demenin gururunu, güzelliği kelepir paylaşmanın cömertliğini yaşayacaktık ve işaret parmağının gösterdiği yerde hep hayaller. Tepenin ardından deniz çıksa ilk kez görmüş gibi olacaktık, ormana dalsak sincap arayacaktı gözlerimiz, yamaçların kenarında uçtuğumuzu hayal edecektik, her virajda lunapark neşesi... Bir leylek görsek kendimiz sanacaktık, koyunlara bakıp çobanı soracaktık, köpekler havlayacaktı bize köy yollarında, heyecanlanacaktık. Kaybedilen yolları hep bilmeyenlere soracaktık, her defasında sağ yerine sola, sol yerine sağa sapacaktık. Tesislerde değil, kahvehanelerde karıştıracaktık çayları, muhtar “hoşgeldiniz, yolculuk nereye?” diyecekti, nereye’nin cevabını bilmeyecektik ve bilmememizden memnun tebessümle: “Öyle çıktık geziyoruz işte” ... Pembe yanakları ile 3-5 çocuk toplanacaktı motorların başına, her biri ayrı boyda, kikirdeyerek en çok merak ettiklerini soracaklardı: “kaç yapıyor abi?”, saçlarında gezecekti ellerimiz. Sonra yola dönecektik, ben yine sarılacaktım ona, o dizime dokunacaktı bazen, leylek olacaktık, kırlangıç uçacaktık, otlar çiçekler bürüyecekti üstümüzü, bir uğur böceği, bir kaç kelebek geçecekti, bir arının sesini duyacaktık hep, toprak kokacaktık, kuyu sularının kaygan tadında sarhoş olacaktık ve belki de bahar dağlar kadar bize de gelecekti, yaza kalacaktık...
Sabah olduğunda aşağıda beni bekliyordu, merdivenlerden yuvarlanmamak için heyecanımı bastırarak aşağıya koştum, kask, eldiven, motor sesi, rüzgar serini, sabah güneşi... Ve işte yollardaydık. Gitmeyi bir yerden uzaklaşırken bir diğerine yaklaşmaktan ibaret bir fiil sananların aksine, “gitmekte iken” olanlar için gidiyorduk, tam da hatırladığım, bildiğim, hayal ettiğim gibi...